Yaşar Değirmenci/Yeni Akit
Ümmetin halinin sancısını taşımak!
İmkânlar arttıkça, o imkânlarla bir şeyler yapabilme heyecanı-şuuru zayıflıyor. Konfor ve rehavet bizleri dünyevileştiriyor. Öyle bir noktaya geliniyor ki bütün imkânlar önüne serilse kendi nefsinin prangalarından kurtulmadığı için insanoğlu o imkânların birini bile kullanamıyor. Nefse esaret, insanı önce nefsine köle eder, sonra hürriyetini verir. Hadiseye biz nasıl bakmalıyız, kendimiz ne haldeyiz, insanlığa beklediğini verebilecek miyiz, böyle bir mükellefiyetimizin olduğunun farkında mıyız? Fikren kalben-fiilen yürüyecek gücü olmayana, ne yapacağını düşünemeyene-bilmeyene ilmin açtığı ufuklar hiçbir şey ifade etmez/etmemiştir. Âlimlerimiz de mezheb imamlarımız da tasavvuf büyüklerimiz de hep ‘ilim/amel/ihlas’ demişler, ‘ihsan’nı da ilave etmişlerdir.
İslâm, bütün zamanların ve mekânların hakikatidir. ‘Evrensel’ tâbiri yetmez. Bir tarih dönemi gösterilemez ki “İslâmsız” izah edilebilsin. Bir değişim gösterilemeyecektir ki “İslâmsız” açıklanabilsin. Manevi müeyyidesi olmayan bir sistemi hiçbir maddi müeyyide ile işletemezsiniz. Cezayı sadece maddi olarak görüp değeri/mukaddesi hiç kaale almayan bir yapı/sistem hiçbir zaman ferdi de toplumu da düzeltemez. Teşhis yanlıştır, tedavi de yanlış olacaktır. Aslında “manevi müeyyide”yi insanlar, tanısalar da tanımasalar da uygunluk gösterseler de göstermeseler de, manevi müeyyide iyi bilinirse, iyi ifade edilirse, hayata yansıyan icapları iyi belirlenirse, olumlu bir yol açılmış olur. İhmal edilirse, yanlış yorumlanırsa, inkâr edilirse, olumsuz sonuçlar yaşanmaya başlar. Sonuçları görenler hiçbir zaman sebebi oldukları olaylardan kendilerini sorumlu tutup ibret almazlar. ‘Kıyafetime karışma!’ sloganın altına da ‘Kadınlar için adalet’ yazıp toplantılar yapanlara ‘içgüdüsel hayvani hayat’ı yaymaya çalışanlara insani hangi meseleyi anlatabilirsiniz? Asli sebep, manevidir; maddi değil. Genel görüş (belli çevrelerde) şu:
Bırakın canım, insanlar istediğini yapsın, istediğine inansın, istediği müziği dinlesin, istediğini okusun, istediği gibi düşünsün, istediği gibi konuşsun, istediği gibi giyinsin, istediği gibi yaşasın, vs. Peki ama ölçüler yok mu? Akıl ölçüleri, ilim ölçüleri, inanç ölçüleri, sorumluluk ölçüleri, sanat ölçüleri? Ölçü yokluğu demek, değer yokluğu demektir. Ayıp kalksın, günah kalksın, yasak kalksın, sınır kalksın, disiplin kalksın, yönlendirme kalksın, ölçü kalksın, âdab kalksın, ceza kalksın, sorumluluk kalksın... Hoşgörü olsun, sevgi olsun! Şimdi hep bunlar işleniyor. Peki, yapılan bir işe başlarken veya başlamışken şu sualler sorulamaz mı? ‘Günah mı, sevap mı? Helâl mı, haram mı? Meşrû mu, gayrı meşrû mu?’
Peygamberimizin “Besmelesiz bir işe başlanmaz” buyurması imanını amelleştiren uygulayan Müslümanlar için önemli bir uyarıdır. Ümmetin halinin sancısını taşıyalım.
Özgürlük de “Allah’a kulluk” ile başlar. “Yalancı–sahtekâr–ahlâksız” birine saygı duymayız. Vatan, millet, devlet, ümmet düşmanlarına da… Fakat onlarla bir arada aynı toplumda yaşamaya, tahammül ediyoruz. Zaten put haline getirilen, muhafazakârların bile İslam ile beraber konuştuğu demokrasi de tahammül rejimi değil mi? Karşılaşabiliriz, yan yana oturabiliriz, görüşmeler yapabiliriz. Sevgi ve saygıya dayanmayan zaruret halinden başka bir şey değil. Bilhassa TV programlarında değerlerimize düşman olan etiketli adamlara ‘düşüncelerinize saygı duyuyorum’ denilmesi doğru mu? Tahammül sınırlarını aşan meseleler. Bunun adının, ‘saygı duymak ve hoş görmek’ olarak konulması da ayrı bir dert. Muhataplarımıza saygısızlık etmeyiz ama imansızlara asla saygı göstermeyiz. “İnanan inanmayandan, amel eden amel etmeyenden, takvaca yaşayan yaşamayandan, şefkatli merhametli, acımasızdan, mazlum zalimden, vs. üstündürler. Bu üstünlüğün özelliklerini taşıyanlar, diğer kitleye saygı gösteremezler. Saygı/hürmet hak edene yapılır. Hak etmeyene yapılan saygının hesabı sorulur. Belli ölçüleri aşarsanız; farklılık şuuru kaybolur, asliyetler tanınmaz hale gelir. İstismar, modalaşır. ‘Ben zalime de, mazluma da, salih’e de, şaki’ye de, haine de, kahramana da, kâfire de, mümine de, kâzibe de sıddık’a da, rezile de, izzet’e de, saygıyla, sevgiyle, hoşgörüyle bakarım’ denilebilir mi? ‘Herkese adil davranırım’ denilebilir. Çünkü adalet, zaten farklı davranmayı gerektirir ve farkların ters mantıkla yok sayılması bizatihi adalete aykırıdır. Kendi düşünce ve ideolojisinin, zihin yapısının dışındaki her karar, her görüş bunlara göre yanlıştır. ‘Ölçümleri yanlış olanın ölçtükleri de yanlıştır’ sözü boşuna söylenmemiştir. Dünya nimetlerini elde etmek için sınır tanımayanlara tavır koymayacak mıyız? Lüks-israf ve debdebe içindeki hayat tarzlarının ‘dünyevîleşme hastalığı’na bulaştığını söylemeyerek ümmetin bugünkü halinin sancısını taşımaz mıyız?
Kavramları iyi öğrenmeyen iyi kullanamaz, iyi kullanamayan iyi düşünemez. Sadece onlarla oynar. Nasıl oynar? İstismar yoluyla çarpıtarak oynar. ‘Modalaşmış istismar’ iyi niyetlileri de etkisi altına alabilir. Bu hatırlatmaları, bilhassa önümüzdeki seneler için, bizden sonraki nesiller için yapmalı ve bunun görevimiz olduğunu düşünmeliyiz. Bugün, hoşgörü ile değil tahammülle karşılanabilir ama yarın, tahammül hudutlarını dahi aşan sıkıntılar getirebilir. Kavramlarla bu kadar oynanması, düşünce fırsatlarının böylesine israf edilmesi hiç de hayra alamet değil. Farkında olmadığımız fırsatlar çok büyük. Çileli birikimimiz çok güçlü. Bunları bilen emperyalistler, karanlık tarihinin en hain saldırısını kullanmaya müsait adamlarla, değeri, kutsalı olmayanlarla, en gelişmiş tekniklerle bizi gaflette tutabilmek için seferber olmuş durumdalar. Bir başka tehlike de devletimize milletimize, vatanımıza bayrağımıza düşman olanların bunlara kılavuzluk yapmaları. Emperyalist devletlerin emrine de girerek yurt dışına kaçmaları. Böyle anormal yapılanlar dahi normalleşir hale getirilmeye çalışılıyor. O kadar büyük temel yanlışlar içindeyiz ki, bu temel yanlışlar üzerine hiçbir doğru binâ edilemez. Doğruları kabul, yanlışları red şarttır.