Dünya’nın ve Tarihin Merkezi: Ortadoğu

Çağrı İslam, Taha Kılınç’ın “Ortadoğu’ya Dair Yirmi Tez” isimli kitabını Haksöz-Haber okurları için değerlendirdi.

ÇAĞRI İSLAM / HAKSÖZ-HABER

Ortadoğu olarak adlandırılan bölge günümüz ve öncesi itibariyle dünya tarihinde önemli bir yer teşkil etmiş ve dünyadaki güç odaklarının hâkimiyet kurmak istedikleri bir alan olmuştur. Günümüz konjonktüründe zengin doğal kaynakları buna sebep olarak gösterilse de yaklaşık bir asra tekabül eden doğal kaynak arayışı öncesinde de bölge, tarih açısından önemli olaylara ev sahipliği yapmıştır. Bu sebeple bölgenin tarihine bakmak ve iç dinamiklerini anlamak bölgede yaşanan olayları doğru okuyabilmek adına önemlidir.

Taha Kılınç tarafından kaleme alınan “Ortadoğu’ya Dair Yirmi Tez” kitabını, bölgede yaşananların arka planını anlamak ve Ortadoğu’da yaşanan sorunları dış güçlere atıfla açıklama çabalarından ziyade bölgeye dair ipuçlarından yola çıkarak okuyabilmek için ele almaya çalışacağız.

Kasım 2018 yılında Ketebe Yayınları tarafından okuyucuya sunulan eser, bölgeye dair bölgenin kendi iç bütünlüğünü merkeze alan yirmi tezden oluşmaktadır. Yazarın bahsetmiş olduğu iddia ve çıkarımlardan oluşan tezler, geleceğe dair tahminlerini de barındırmaktadır. ‘Ortadoğu’ adlandırmasının tarihçesinden, bölgeye gönderilmiş olan peygamberlere, “Ortadoğu’nun bel kemiğini” oluşturan ülkelerin (Türkiye, İran, Mısır ve Suudi Arabistan) tarihinden, işgal devleti İsrail’e kadar bölge adına önemli değerlendirmeler içeren kitap okuyucu için arka plan oluşturacak bir mahiyete sahip.

Tezler üzerine

İslam dünyasının merkezinde yer aldığı Ortadoğu’da küresel aktörlerin bulunma çabaları, dünya siyasetinde söz sahibi olma uğraşlarıyla paraleldir. Ancak bölgede tutunabilmenin yolu semavi dinler olan Yahudilik, Hristiyanlık veya İslam’dan birine mensubiyetten geçmektedir. Pagan dinlerin bölgede derin etkiler bırakması ve siyasal hâkimiyet kurması mümkün olmamıştır. Bu bağlamda İsrail’in kurucularının ateist olmasına rağmen devleti bir “din devleti” şeklinde kurgulamaları bölgede yer alma çabalarına dair ipuçları vermektedir.

Ortadoğu’da sonucu belirleyen demokrasi, diplomasi, siyaset gibi kavramlardan ziyade elinde askeri olarak caydırıcı güç bulunduran ülkelerdir. Keza bu kavramlarla çıkılan yollar, bölge ve bölgede yaşayan halklar için hezimeti artırmaya devam etmiştir. Bu arka plan dâhilinde bölgede gücün, silahın ve insan kaynağının en önemli unsur olduğu açıktır. Türkiye’nin de Suriye’ye askeri olarak müdahalesinin Türkiye’yi uluslararası alanda daha da ciddiye alınır bir ülke pozisyona getirdiğini görmek gerekir. Ortadoğu adına idealler ne kadar doğru ve güzel olursa olsun bölge de silahlar ve güç odaklarının borusu ötmektedir. Güç kullanılarak bölge belirli bir düzeye getirildikten sonra diplomasi kanalı açılabilecektir. Bu anlamda yazarında aktardığı üzere “yumuşak güç, kaba kuvveti izler.”

Bundan bir asır önceye giden doğal kaynak arayışı öncesinde de bölge stratejik bir öneme sahipken günün birinde bu doğal kaynakların tükenmesi bölgenin stratejik öneminde bir değişime neden olmayacaktır. Semavi dinler adına kutsalların yer alması bölgeyi dünyanın en önemli mekânı kılmıştır. Kudüs, bu anlamda hem Ortadoğu hem de dünya tarihinin en mühim coğrafyalarındandır. Dünyadaki kilit noktaların elde tutulmasıyla gelen dünya hâkimiyeti, tarih boyunca Kudüs’ü de savaşların yaşandığı, sahip olmak veya savunmak için binlerce canın verildiği bir kilit nokta haline getirmiştir. 

Kudüs'ün önemi tarihteki somut dayanaklarla da ispat edilebilir. Hz. Ömer, Selahaddin Eyyubi ve Yavuz Sultan Selim’in isimlerinin tarihe kazınmasına neden olan olay, onların Kudüs’e hükmetmiş olmalarıdır. Özelde Yavuz Sultan Selim izlemiş olduğu Ortadoğu siyaseti ve Kudüs hâkimiyeti neticesinde Osmanlı’nın dünya üzerindeki nüfuzunu daha da artırabilmiştir. Tabii bu siyaset sonucunda hüküm altına alınan coğrafyalardaki toplumlar açısından modernleşmenin sonucu olan milliyetçi siyaset biçimleri, Osmanlı bakiyesi olarak ele alınan Türkiye’nin durumunu zorlaştırmaktadır. ‘Yönetilen halk’ konumunda olan Ortadoğu halklarının Türkiye’ye bakış açısı bu sebepler neticesinde antipatik bir hal alabilir. Bu durumun tam aksi şekilde bölge halkları açısından, yerel aktörler arasında dengeleri değiştirebilecek bir güce sahip olan Türkiye, bu halklar lehine uygulayacağı politikalarla “güzel bir Müslüman” ülkesi olarak da görülebilir. Bu tutumun hükümetlerle sınırlı kalmayıp devlet politikasına dönüşmesi Türkiye’yi bölgedeki tek söz sahibi kılabilir.

Eserde Ortadoğu’nun en önemli güçleri olarak vurgulanan Türkiye, İran, Mısır ve Suudi Arabistan günümüz denklemini anlama açısından incelenmesi gereken devletlerdir. 1979 İran devriminden bu yana devlet kadrolaşması ve sistematiği itibariyle İslam dünyasında Şiî’liği yaymaya çalışan İran, her geçen gün hâkimiyet alanını genişletmekte ve Şii’liği İslam dünyasına empoze etmektedir. Henüz yüz yılını doldurmasa da kontrol altında bulundurduğu Hicaz bölgesi ile Suudi Arabistan, Müslümanlar ve Ortadoğu’nun en önemli güçlerindendir. Yaşadığı krizlere rağmen Arap dünyasındaki en büyük orduya sahip olan, coğrafi konumu ve tarihi itibariyle de bölge adına önem teşkil eden Mısır, Ortadoğu’daki söz sahiplerinden biridir. Batı ile İslam dünyası arasında bir köprü vazifesi gören Türkiye ise halklar nezdinde önemli bir yere sahiptir. Bu ülkeler arasında yaşanan ve yaşanabilecek çekişmelerin bölgede denklemi değiştirebileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Dolayısıyla bu ülkeleri yakından incelemek konunun anlaşılması açısından önemlidir.

Şiîlik üzerinden kurduğu bağlantılarla Ortadoğu’da tesir alanını genişleten İran; Şam, Bağdat, Beyrut ve Sanaa gibi dört kadim şehri günümüzde hâkimiyeti altına almaya çalışmaktadır. Sınırları ötesine geçen bu etki alanı sayesinde kitleleri harekete geçirebilen İran, Suriye’de yapmış olduğu kıyımda bu halkları kullanmış ve binlerce insanı çoluk çocuk demeden katletmesine rağmen sözde “Amerika ve İsrail karşıtlığı”, “Kudüs muhafızlığı” gibi göz boyamalarıyla Sünnî dünyasını da etkiler hâle gelmiştir. Bu durumu sağlayan Humeynî yönetimi, İran-Irak savaşı yıllarında sağladığı otoriteyle, 1981-88 arası dönemde muhalifleri tasfiye ederek iktidarını daha da perçinlemiştir. Bilhassa yazarın 14, 15 ve 16. bölümdeki değerlendirmeleri Şiî dünyasını anlamada ve İran’ın İslam dünyası için nasıl bir tehlike olduğunu görmede iyi bir arka plan sunmaktadır.

Tarih boyunca 100-120 senelik aralıklarla ciddi sarsıntılar yaşayan Ortadoğu’da, Arap dünyasının belkemiği olan Mısır ise bölgenin en büyük ordularından birine sahiptir. Coğrafi konumu neticesinde Filistin ile ilgili her meselede olduğu gibi Ortadoğu’nun da tam merkezindedir. Genç nüfus oranının yüksek olması ile dikkat çeken Mısır, halk tabanına dayanan, üretim ve tüketim yönünden[1] de halkla hegemonik bağlar kuran ordusu ile Ortadoğu ülkelerinden ayrışır. 2013’te Mısır’ın seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye darbe yapıp, İhvan’ın bütün yöneticilerini zindanlarda çürüten, bazılarını idam ederek, bazılarını da Muhammed Mursi’ye yaptığı gibi tedavisine engel olarak şehid eden katil Sisi ve ordusu unutulmamalıdır. Ancak Mısır, yönetiminde değişimler olsa da Ortadoğu açısından önemini korumaktadır. Aynı zamanda sahip olduğu medya gücü ve propaganda kabiliyetinin İslam dünyası üzerindeki tesiri azımsanacak düzeyde değildir.

Kurucu ideolojisini yitiren Suudi Arabistan ise “Vehhâbîlik” denilen Selefî düşüncenin önce politize olması, ardından kralların elinde siyasal oyuncağa çevrilmesi derken dünya sistemi tarafından keşfedilip maymuncuk haline getirilmesiyle, yönünü şaşırmış, kendisini nereye gideceğini bilemez bir duruma sokmuştur[2]. Bu durumdan kurtulabilme adına Batılılaşma çabaları içine giren ülkenin, din adamlarını, insan hakları savunucularını, kanaat önderlerini tutuklayarak ve Cemal Kaşıkçı gibi muhaliflere suikastler düzenleyerek yıkımdan kurtulması pek de mümkün gözükmemektedir.

Ortadoğu coğrafyasındaki iç karartıcı bu görüntü “ümmet birliği” konusunu da bir ütopya haline dönüştürmektedir. Bu hali fırsat bilen bir diğer bölgesel aktör ise işgal devleti İsrail’dir. Arap-İsrail savaşları neticesinde işgal alanlarını genişleten İsrail, 1967’deki “Altı Gün Savaşı” bitiminde 1948’deki sınırlarının 3,5 katına sadece bir hafta gibi kısa bir sürede ulaşmıştır. Bu savaşlardan çıkarımlar yapmamız gerekmektedir. Bu çıkarımlar ise üç başlıkta toplanabilir: 1)Araplar, İsrail’e karşı savaşlarında her zaman farklı amaç ve hedeflerle hareket etmişlerdir. 2)Arapların birlik olamamaları, İsrail karşısında her seferinde yenik düşmelerinin ana nedenidir. 3) İsrail’i mağlup edebilmenin yolu, Arap (ve İslam) dünyasının aynı hedef uğruna ve topyekûn mücadelesinden geçmektedir[3]. Bölgede kanın durması ancak Müslümanların hâkimiyetiyle mümkündür.

Sonuç olarak, genellemeci ve kolaycı bir şekilde “dış güçlere” hamlettiğimiz birçok sorunun aslında bizatihi sorumluları olduğumuz gerçeği ile yüzleşmemize vesile olan bu kitap, yazarın okunması akıcı dili ve verdiği bilgilerle daha da önemli bir hal alıyor. Yüzeysel olarak aktarmaya çalıştığımız bölge devletleri ve tarihleri hakkında kitaptan çok daha derinlemesine malumatlar elde edebilir, bölgeye dair kafanızdaki bazı sorulara yanıt bulabilirsiniz.

 

[1] Talha Kılınç, Ortadoğu’ya Dair Yirmi Tez, Ketebe Yayınları, a.g.e.  s.75

[2] Talha Kılınç, Ortadoğu’ya Dair Yirmi Tez, Ketebe Yayınları, a.g.e. s.208

[3] Talha Kılınç, Ortadoğu’ya Dair Yirmi Tez, Ketebe Yayınları, a.g.e. s.189

Kitap Haberleri

Ellinci yılında Filistin Şiiri antolojisi
Ümmetin gündemine katkı: Zeydîlikten Husîliğe Yemen
Filistin için kelimelerden bir anıt: Diken ve Karanfil
Orhan Alimoğlu’nun Gazze anıları
Batı’nın suflörlüğüne soyunmak: Amin Maalouf’un Labirent’i