Dünyada olup bitenlerden Müslümanları sorumlu tutma arsızlığı...

Yasin Aktay, dünyadaki gelir dağılımı incelendiğinde Müslümanların en zor şartlarda yaşadıkları ortaya çıkarken sadece bu verinin bile bugün dünyada en çok kimin zorbalığa maruz kaldığını kanıtladığını ifade ediyor.

Yasin Aktay / Yeni Şafak

Kurt olsa yapmayacağı taksimler ve Müslümanların rolü

Geçtiğimiz günlerde ekranlara, belki de gazete sayfalarına düşen bir haber: “Dünyanın en zengin % 1’i dünya gelirinin % 45 ‘ini alıyormuş. Dünyanın % 99 ise kalan % 55 ‘i alıyor.” Çok özgün, kimsenin bilmediği bir bilgi vermeyen haberlerden, yani bir tür malumu ilam haberlerden. O yüzden kaynağını vermeyi gerekli görmüyorum. Bu tür haberler sıkça başka rakamlarla, başka çarpıcı örneklerle yaşadığımız dünyanın adaletsizliği üzerine bir gerçeği her zaman yüzümüze vurur. Bu durumu en çarpıcı biçimde Necip Fazıl’ın isyankâr şiiri ifade etmiştir belki de: “Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul; Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul. Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa”.

Yaşadığımız dünyanın gelir adaletsizliği konusundaki bu çarpıcı durumu her türlü muhalefeti, hatta isyanları da hak ediyor. Tabi sistemi bu denge üzerine kuranlar, parayı ellerinde tutanlar sistemin bu şekilde yürümesi için gerekli tedbirleri almakta da o ölçüde mahirler.

Gelirden düşük payları alan daha büyük kalabalıklar birleşse dersiniz, isyan etse ve haklarını alsa… Bu fikir de her zaman cazip ve oldukça uyarıcı bir fikir olmuştur. Ama bütün mesele tabi bu kalabalıkları birleştirmekte, bilinçlendirmekte, payın büyüğünü alan küçük azınlığa karşı harekete geçirmekte. 19. Yüzyılda bu adaletsizlik belki daha çarpıcı bir hal almış olmalı ki bu durumu düzeltmeyi misyon edinen bir sosyal bilim literatürü oluşmuş, sosyal bilim yapmakla kalmamış, yani dünyayı yorumlamakla kalmamış bir de önüne geçip yönlendirmeye, değiştirmeye kalkışmış.

Marx bu eşitsizlikleri düzeltme misyonuna soyunmuş ve bütün dünya işçilerini birleşmeye ve insanları iliklerine kadar sömüren kapitalizme karşı ayaklanmaya ve bilahare eşitliğe dayalı bir sistem kurmaya davet etmiştir. Ancak bu davetine ilk icabet eden kitlelerinin Bonapartizme gelip takılmasının trajikomik tarihsel anlatımını yapmak da ona nasip olmuştur. Tarihsel şartlar yeterince olgunlaşmamıştır, o yüzden zamanından erken bu ayaklanmaların bu tür sonuçlar doğurması kaçınılmazdı. Bunun doğru zamanı neydi? Bu adaletsizlikler ne zaman tam olarak giderilecekti? Giderilinceye kadar yaşanacak olan zulümler, sömürüler, haksızlıkların hesabı ne olacaktı? Bu sorular tabii ki Marx’ı fazlasıyla aşacak metafizik sularda gezinmesini gerektirecekti.

Yukarıda zikrettiğim bu rutin sayılacak haberin paylaşıldığı bir whatsapp grubunda çok değerli bir entelektüel-akademisyen dostumuz yine bu tür bahislerin rutin sayılabilecek bir sorusunu veya uyarısını tekrarladı: “Aslında bu tablo, alternatif bir medeniyet iddiasındaki Müslümanların gelir dağılımı adaletsizliklerine odaklanmaları gerektiğine işaret ediyor. Ama ne yazık ki gelir dağılımı adaletsizliğinin en yüksek olduğu yerler Müslüman coğrafyalar ve Müslüman münevverin hiç dikkatini çekmiyor bu konu.”

Müslümanların medeniyet iddiasında olmaları oldum olası mesafeli olduğum bir söylem biçimi. Aslında bir medeniyet Müslümanların tarihsel mücadeleleri, vizyonları, pratikleri ve imkanlarıyla orantılı bir sonuç olarak ortaya çıkar. Tarihte Müslümanlar medeniyet(ler) de kurmuşlardır nitekim. Ama bir medeniyet kurmak için yola çıkmak, bir medeniyet iddiasında bulunmak bambaşka bir şey ve bunun bir İslami hareketin söyleminin merkezinde olmasını tasavvur edemiyorum. Peygamberler kula kulluğa ve onun ürettiği bütün haksızlıklara, zulümlere karşı çıkmışlardır, ilk etapta yıkıcı bir misyondur bu ve bütün yıkıcı misyonlar gibi şiddetli bir dirençle, cezalandırmayla karşılaşıp çoğu sadece uyarılarını yapıp gitmişlerdir. Medeniyet belki ancak muhtemel bir sonuçtur, hedef değil.

Gelir adaletsizliğine odaklanmak ise elbette Müslümanların en önemli misyonlarından biri. Müslümanlar bunun sadece teoriyle yapmazlar üstelik. Malları üzerinde fakirlerin hakkı olduğu inancıyla, rızkın tamamen Allah’tan olduğunu düşünerek zekatlarını verir, zekâttan fazlasını da infak ederler. Aslında sıradan Müslüman pratiğinde bu durum sosyolojik bir olgu olarak yerini fazlasıyla buluyor. Ancak mevzu “gelir dağılımı adaletsizliğinin en yüksek olduğu yerlerin Müslüman coğrafyalar olması ve Müslüman münevverin hiç dikkatini çekmiyor olması” olunca orada biraz durmak lazım.

Bir defa geçtiğimiz günlerde Şeriat tartışmasında olduğu gibi bugün en azından son yüzyılda dünyada olup bitenlerden sorumlu tutulabilecek bir İslam Şeriatı yoktur. Müslüman denilen yöneticiler İslam Şeriatına göre değil, sömürgeci Batı medeniyetinin (veya Vahdettin İnce’nin deyimiyle Bade Bedeviyetinin) şeriatına göre yönetiliyor, ona göre yaşıyor, onun sınırlarında düşünüyorlar. Bu Şeriatın İslam dünyasındaki kod adı da Kemalizmdir (siyasal ve toplumsal hayatın İslamsızlaştırılması modeli).

Post-kolonyal döneme tekabül eden İslami hareketlerin yükselişinde ise ilk itiraz edilen şey sosyal adaletsizlik olmuştur. Seyyid Kutub’u İslam dünyasına ilk tanıtan kitaplardan biri “İslam’da Sosyal Adalet”, diğeri de “İslam ve Kapitalizm Çatışması” başlıklarını taşıyordu. Her ikisi postkolonyal dönem İslamcılığının manifesto gücünde metinleridir. Batılıları eleştirdiğinden daha fazla İslam dünyasına musallat olmuş bu Müslüman görünümlü sömürge vali(lik)lerini de yerden yere vuruyordu. Bu muhalefetin karşılığının ne olduğunu görmek isteyenler bugün bu ülkelerin zindanlarına baksınlar. İslam dünyasının en saygın İslam alimleri ya öldürülmüş veya şu anda hapisteler. Herkes biliyor ki İslam dünyasında belki dünya servetlerinin önemli bir kısmını ellerinde bulunduran krallar, emirler, diktatörler mevsubahis uluslararası sömürü düzeninin bir saç ayağıdırlar. Bunların hiçbir uygulamalarının sorumlusu İslam değildir.

Yer yer Müslümanların postkolonyal dönemin başından itibaren başlayan ve bugüne kadar taşınan oldukça çeşitli muhalefet ve hatta iktidar tecrübeleri oluşmuştur elbet. Bu tecrübeler içinde Müslümanların zenginlikle imtihanına dair çok pespaye, görgüsüz, kötü ve sayısız örnekler de gösterilebilir. Ama bugün Türkiye’de bile muhafazakâr denilen, bir nebze İslam’dan etkilenerek işini yürüten sermayenin toplam sermayeye oranı devede kulak mesabesindedir. Bugün para ve servetle imtihanında ortaya çıkan bütün pespaye görüntüsüne rağmen muhafazakâr sermaye hiçbir zaman o yüzde 1’lik dilime dahil olabilmiş değildir. Asıl büyük paraların toplandığı ve bütün dünyanın iliklerine kadar sömürüldüğü finans kapitalizm yapısı içinde bir tane bile Müslüman yoktur.

Müslümanların bugünün çarpık gelir dağılımına dair daha güçlü ve etkin bir vurgularının, teorilerinin ve mücadelelerinin olması gerekiyor. Ancak durduk yerde mevcut Batılı ve Batıcı şeriatın cürümlerinin bir katakulli ile üzerlerine yüklenmelerine de izin vermemeleri gerekiyor.

Yorum Analiz Haberleri

“Devrimci zihniyet ahlâkını kaybederse her şeyini kaybeder”
Esed sonrası Suriye: Katar-Türkiye Doğal Gaz Hattı artık hayal değil
Esed'in müftüsü Ahmed Hassûn şimdi ne yapıyor?
“Suriyeli mülteci” etiketi ve toplumsal imtihanımız
Suriyeli kadın devlet dairesinde gördüğü saygıdan dolayı gözyaşlarını tutamadı