Şeyh M A Kholwadia’nin aljazeera’de yayınlanan makalesini Barış Hoyraz, Haksöz-Haber için tercüme etti.
Dürüst olmak gerekirse, Müslümanların bölünmüşlükten şikâyet ettiğini duymaktan yoruldum. Ümmetin bölündüğüne ve dolayısıyla hepimizin “kaybedenler” olduğuna dair yanlış bir inanç nedeniyle toplumumun bu kadar çok üyesinin umutsuzluk ve çaresizlik duygusu yaydığını görmek bana çok acı veriyor.
Bu olumsuzluğun temelde, farklı jeopolitik çatışmalar bağlamında, Müslümanların çoğunlukta olduğu bir dizi ülkede inanan kardeşlerimize uygulanan şiddet ve adaletsizliklere tanıklık etmek zorunda kalmaktan kaynaklandığını biliyorum.
Ancak Müslümanlar olarak umutsuzluğa kapılmamak gibi bir sorumluluğumuz var. Dinimiz bizi nefs muhasebesi yapmaya ve İslam'ın “el-emr bil ma'ruf ve'n-nehy anil münker (iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak)” idealine bağlı kalmaya teşvik etmektedir. Bu da dikkatli bir analiz ve gerekirse statükonun eleştirilmesini gerektirir. Ama asla kederli olmayı değil.
1922'de Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasıyla Hilafet'in kaybedilmesinin ardından, Müslümanların önemli bir çoğunluğu tüm dikkatlerini ve enerjilerini ümmeti “yeniden birleştirmenin” bir yolunu bulmaya odakladı. Onlara göre Hilafet olmadan dünya Müslümanları önemli konularda aynı fikirde olmakta zorlanacak ve bunun sonuçlarına katlanacaktı. Bu durum, özellikle eski dini uygulamaları ve anlayışları sürdürmek isteyenler ile ümmeti yeniden bir araya getirmek adına inançta temel reformlar yapmak isteyenler arasında sonu gelmez gibi görünen çatışmalara yol açtı. Tüm bu çekişme ve farklı sesler bizi nereye getirdi? Bütün bunlar neye yaradı? Hilafetin üzerinden tam bir asır geçti ve birçoğumuz hala Müslümanların bölünmüşlüğüne ağlıyor.
Ortak bir siyasi yapının yokluğunda ümmetin “birliğini” kaybetmesine takıntılı hale gelenler, bizi bir arada tutmaya devam eden şeyleri - toplumumuzun kolektif olarak adalet, barış ve refaha ulaşmasına gerçekten yardımcı olabilecek şeyleri - gözden kaçırdılar.
Gerçek birlik, Fas'tan Malezya'ya uzanan Ütopik bir devlet altında siyasi ya da kültürel tekdüzeliğin dayatılmasında bulunamaz. Bu birlik, özünde evrensel olan İslam'ın temel ilkelerine kolektif bağlılığımızda zaten mevcuttur. Hz. Muhammed (sav) tarafından tebliğ edilen “Kur'an mesajı” bu evrenselliğin altını çizmektedir. İslam'ın sözlü, yaşanmış bir gelenek olarak kökeni, onu göçebe kabilelerden gelişmiş medeniyetlere kadar çeşitli toplumlar için benzersiz bir şekilde erişilebilir kılmıştır. Bu erişilebilirlik, kırılması son derece zor olan bir birlik yaratmıştır.
Bugün, bir Hilafete veya ortak bir siyasi yapıya sahip olmamamıza rağmen, dünya Müslümanları kendimize verdiğimiz değerden çok daha fazla birlik içindedir. İlkelerimizde, uygulamalarımızda ve değerlerimizde birleşmiş durumdayız. Biz Müslümanlar için bu birliği tanımak ve onun gücünden yararlanmak dini bir zorunluluktur. Aynı derecede önemli olarak, bu birliği kucaklamak ve değer vermek, yanlış yönlendirilmiş bölünme söylemlerine teslim olmamak, sömürgeci ve emperyal zulmün kalıcı mirasına karşı siyasi bir direniş eylemidir.
Zira algılanan “birlik eksikliğimiz” nedeniyle süregelen çatışmalarımız ve karamsarlığımız tamamen toplumumuzun kendi eseri değildir. Sahte “ayrılık” anlatısı, yüzyıllardır bize boyun eğdirmek için çalışan yabancılar, zalim güçler tarafından bize dayatılmaktadır. Pan-İslamist bir siyasi birlik olmadığı için hiçbir konuda birlik olmadığımıza inanmamızı istiyorlar. Umutsuzluk içinde kaybolmamızı ve gerçekten bölünmemizi istiyorlar ki halkımız üzerindeki hakimiyetlerini sürdürebilsinler.
Gerçekten de bugün Müslüman toplumda yaygın olan ayrılıkçı söylem, batı sömürgeciliği ve emperyalizminin izlerinden ayrı tutulamaz. Müslüman dünyası iki yüzyıldan fazla bir süre boyunca batılı emperyal güçlerin siyasi, ekonomik ve sosyal boyunduruğu altında kalmıştır. Sömürge idarecileri tarafından çizilen yapay sınırlar, Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgeleri parçalamak, halklarımız arasında bölünme tohumları ekmek ve onlar tarafından kontrol edilmeye devam etmemizi sağlamak üzere tasarlanmıştır. Bugün, dayatılan bu sınırlar çatışmaları ve çekişmeleri körüklemeye devam ediyor.
Yine de ümmetin birliği, bu “işgalcilerin” silemeyeceği şekilde devam etmektedir. Namazdan hacca kadar İslami uygulamaların 1400 yıl boyunca devam etmesi, kopmayan metafizik bir bağın kanıtıdır. Kökleri inanca dayanan bu birlik, sayısız imparatorluk ve rejimden daha uzun ömürlü olmuştur. Bunu kabul etmek, çok gerçek siyasi zorlukları görmezden gelmek değil, dayanıklılığı vurgulamak için anlatıyı yeniden çerçevelendirmek anlamına gelir.
Bunu anlamanın anahtarı, küresel Müslüman toplumunun çeşitliliğini kucaklamakta yatmaktadır. İlk Müslüman toplumu çok kültürlü, çok dilli ve çok ırklıydı. İlk dört halife arasındaki yönetim ve siyasi yaklaşım farklılıkları birliğe zarar vermemiş, aksine İslami ilkelerin esnekliğini ve kapsayıcılığını göstermiştir. Benzer şekilde, Abbasilerden Osmanlılara kıtalar arasında çoklu İslami siyasetin evrimi, siyasi farklılıkların ayrılık anlamına gelmediğini göstermektedir.
Bu zengin tarihin arka planında, birlik ile tekdüzeliği birbirine karıştırmak ve çeşitliliği bir zayıflık ve bölünme işareti olarak görmek çok zararlı bir hatadır. Farklı görüşlere, düşünce ekollerine ve kültürel ifadelere yer verebilme yeteneği, tarihsel olarak ümmeti zenginleştiren bir güçtür. Örneğin, İslami düşünce ekolleri arasında ibadet uygulamalarındaki farklılıklar bölünme işareti değil, ortak bir çerçeve içinde çeşitliliğe değer veren sağlam bir geleneğin yansımalarıdır.
Halkımız baskı, şiddet ve adaletsizlikle karşı karşıya kaldığında ya da zalim bir dış güç karşısında yenilgiye uğradığında - son yıllarda trajik bir şekilde pek çok örneğini gördüğümüz gibi - vereceğimiz yanıt “ayrılığı” kınamak ve umutsuzluğa kapılmak değil, direnç göstermek ve bizi birleştiren her şeye odaklanmak olmalıdır.
İngiliz sömürge yönetimine karşı 1857'de Hindistan'da yaşanan isyan, yenilgi karşısında direnç göstermenin dokunaklı bir örneğidir. Binlerce Hintli Müslüman âlimin katledilmesiyle sonuçlanan başarısız ayaklanmanın ardından Deoband uleması umutsuzluğa kapılmamıştır. Yaşanan kayıpların yıkıcı psikolojik etkisine rağmen, başarısızlıklarını kabul ettiler, bunu sahiplendiler ve hemen küllerinden doğmak için çalışmaya başladılar. Paniğe kapılmadılar ya da ümmetin bölünmüşlüğü ve zayıflığı hakkında sızlanmadılar. Umutsuzluğa kapılmadılar. Zalimlerin tek tek Müslümanları yenebileceğini, ancak bizi kendimizden daha büyük bir şeyde birleştiren kutsal bilgiyi asla yenemeyeceğini çok iyi bilerek, İngiliz Hindistan'ında İslami bilgiyi koruyarak ilerlemeye karar verdiler.
Onların proaktif tepkisi, bir yenilgi anını yenilenme için bir temele dönüştürdü ve Darul Uloom Deoband gibi, çıktıları tüm alt kıta Müslümanlarına, hatta dünyaya hizmet eden ve onları güçlendiren eğitim kurumlarının kurulmasına yol açtı. Bu, başarısızlığa karşı olumlu bir tepkiydi ve Müslümanların bugün arzulaması gereken liderlik türüne dair gerçek bir dersti.
Gerçekten de, çatışma, eşitsizlik ve yaygın adaletsizliğin damgasını vurduğu bu dönemde, Müslümanlar olarak başarısızlık anlatılarına takılıp kalmak yerine, ümmeti zaman ve mekan ötesinde birbirine bağlayan başarılara ve kalıcı bağlara odaklanmalıyız. Müslüman dünyasının birliği ulaşılamaz bir ideal değil, tanınması ve kutlanması gereken yaşayan bir gerçekliktir.
Elbette ümmetin dini birliğini kabul etmek de rehavete yol açmamalıdır. Siyasi istikrarsızlıktan ekonomik eşitsizliklere ve sistematik insan hakları ihlallerine kadar modern dünyanın zorlukları yenilikçi çözümler gerektirmektedir. Ancak bu çözümler, mevcut birlik temeli üzerine inşa edilmeli, kötümser söylemlerle bu temeli zayıflatmamalıdır.
Anlatıyı yeniden çerçeveleyerek ve bizi birleştiren şeyleri kucaklayarak, Müslümanlar güvenle ilerleyebilir, birliği hala sömürgeciliğin kalıntılarıyla boğuşan bir dünyada yenilenme ve direniş için bir güce dönüştürebilir.
Şimdi umutsuzluğa kapılma zamanı değil. Allah'ın ebedi gücüne olan inancımızı kullanmanın ve Müslüman çabalarımızı ıslah etmek ve geliştirmek için proaktif çabalara girişmenin zamanıdır!
*Şeyh M A Kholwadia, Chicago, Illinois merkezli bir İslami yüksek öğrenim enstitüsü olan Darul Qasim College'ın kurucusu ve yöneticisidir. Kendisi uluslararası üne sahip bir ilahiyatçı, Müslüman toplum lideri ve öğretmendir. Kendisi aynı zamanda İslam felsefesi alanında bir otorite olarak kabul edilmektedir.