MUHARREM COŞKUN; dünden bugüne devletin din algısını ve Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden ‘resmi din’ siyasetini yorumluyor:
Devletin ‘Resmi Din’ Algısı ve Diyanet
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, 1924-1965 arası Diyanet İşleri başkanlarının hacca gitmesine dahi izin verilmediğini anlatmıştı. Haklıydı. Peki Diyanet hangi amaçlarla kurulmuştu? Yaşanan askeri darbe dönemlerinde Diyanet’ten nasıl taleplerde bulunulmuştu?
Cumhuriyetin ilanının üzerinden bir yıl geçmeden, 3 Mart 1924 tarihinde Meclis’te ivedilikle görüşülerek kabul edilen üç kanun, yeni siyasi yapılanmanın istikametini göstermesi açısından önemli ipuçları verecekti. Aynı gün çıkarılan Tevhid-i Tedrisat kanunu ile medreseler kapatılacak, Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılmasıyla da şeriat mahkemeleri tarihe karışacaktı.
Din işlerini ise devletin modernleşme politikası çerçevesinde Diyanet İşleri Başkanlığı yürütecekti. Ancak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yetki alanı tartışma götürmeyecek derecede daraltılmıştı.
Prof. Bülent Tanör, Diyanet’in bundan sonra izleyeceği konumu şu şekilde açıklayacaktı: “Diyanet İşleri Başkanlığı, teknik bir kamu hizmeti kuruluşu olarak çalışıyor, rejimin talepleri doğrultusunda dinin kişiselleşmesine katkıda bulunuyordu.Yetkileri sınırlıydı, ruhani bir otoritesi yoktu. İslami kurallar öneremez, teolojik araştırma yapamazdı, dinsel mülk sahibi değildi. Kısacası Diyanet, laikleştirme politikasına dinsel meşruluk kazandırma görevini yüklenmişti. Devlet, dinin siyasal ve toplumsal alana karışması olasılığına karşı Diyanet’i kullanmaktaydı” (Tanör, Kuruluş Üzerine 10 Konfarans, Der Yay. 1996)
Kanunun gerekçesi
3 Mart 1924’de kabul edilen, Siirt Mebusu Halil Hulki Efendi ve elli arkadaşının imzasını taşıyan kanunun gerekçesinde yazanlar ise daha da çarpıcıydı: “Din ve ordunun siyaset cerayanlarıyla alakadar olması bir çok mehaziri dâîdir. Bu hakikât bütün medenî milletler ve hükümeler tarafından bir düstur-i esasi olarak kabul edilmiştir!” (TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Devre, c.7, s. 23) Bugünün Türkiyesi’nden bakınca aynı kanunla ve benzer statülerle hayata geçrilmiş olan iki kurum (Diyanet-Genelkurmay) arasındaki “etkinlik” farkını daha iyi anlamak için özel gayret sarfetmeye gerek yoktu.
Diyanet - siyaset ilişkisi
Diyanet İşleri başkanlarının, başbakanın önerisiyle cumhurbaşkanına atandırılması, teşkilatın üst düzey yöneticilerinin Bakanlar Kurulu tarafından atanması, kurumun, müdahaleye açık olduğu eleştirisini de gündeme getirmekteydi. Osmanlı’da ise Şeyhülislamlık makamı halifelik, padişahlık ve sadrazamlıktan sonra devletin en üst makamı ve itibarlı organıydı. 19. yüzyıl ortalarına kadar da eğitim, adliye ve vakıflar bütünüyle ona bağlıydı. 1920-1924 arası dahi Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti’nin statüsü bakanlık düzeyinde bir kurumdu. Bakanlar Kurulu listesinde ise başbakandan hemen sonra meclis başkanı konumunda zikredilmekteydi. 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan kanun ile tüm bu etkileri de daraltılmıştı. Hatta ‘Umur-i Diniye Reisliği’ tekliflerine karşı çıkılarak ‘Umur-i Diyaniye Reisliği’ denilmesi benimsenmişti.
Kanun Diyanet’e üç görev ve yetki alanı tanıyordu. 1- İslam dininin inançları, ibadet, ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek. 2- İbadet yerlerini yönetmek. 3- Din konusunda toplumu aydınlatmak.
Dinin en önemli alanlarından olan muamelat (hukuk) ve (Ahkam) hükümlerin yürütülmesi ise görevleri arasından alınmıştı.
İzleyen yıllarda, 1928’de Anayasa’dan İslam’ın çıkarılmasıyla da, görünüşte din devletten ayrılmıştı ayrılmasına ancak, asıl sorun bundan sonra başlayacaktı. Zira dinin devlete karışmasına müsaade edilmeyeceği, ancak devletin dine dilediği gibi karışacağı yeni ve uzun bir süreç başlamıştı. Bunun için de işe; dinin mabede hapsedilmesi çalışmalarıyla başlanmış, dili ve özüyle oynanmak istenmiş, bu; “Türkçe Kur’an, Türkçe ezan, Türkçe tekbir, Türkçe sela, Türkçe hutbeyle halka yansımıştı.
3 bin camii satıldı
Din ve dini kurumlarla ilgili gelişmeler bunlarla kalmadı, örneğin camilerle ilgili yapılacak düzenleme de bir başka tartışma konusu oldu.
30 Kanun-ı Evvel 1928 tarihli gazetelerde ‘Müessesatı Diniyye Müdürlüğü’nce cemaatsiz camilerin sedd (kapatma) edileceği yazılmıştı: “Bu suretle kapatılacak camilerin adedi 85 ve 96 arasındadır. Ve ekserisi İstanbul cihetindedir. Memursuz kalacak camiler sedd edilecek ve sedd edilenler satılığa çıkarılacaktır.” İlerleyen yıllarda ise daha da ileri gidilerek, gelir getirmediği için pekçok caminin satılmasına, halkevi, samanlık ve at besleme yeri olarak kullanılmasına karar verilecektir.
“Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi” başlıklı kitabıyla tanınan Dr. Nazif Öztürk’e göre cami satışlarının Cumhuriyetin ilk yıllarındaki para buhranıyla alakası da yoktu. Öztürk satış gerekçesini, “Camilerin satılışı siyasî bir karardır. Devlet kendi egemenliğinden başka iktisadî ve politik bir güç istememiştir” şeklinde değerlendirecektir. Cami ve mescitlerin satışı o kadar yaygınlaşacaktır ki, 1926-1972 yılları arasında satılan cami ve mescit sayısı resmi rakamlara göre üç bini geçecektir. Satışlardan gayrimüslimler de payını almış, altı kilise ve manastırın satılmasına da karar verilmiştir.
Hutbe okuyacak imam yok
Bu arada dini eğitim verecek kurumların tamamen ortadan kaldırılmasıyla da her geçen gün din adamı yokluğu kendini hissettirecektir. 12 Aralık 1950 tarihinde dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin 16923 sayılı raporu, 1940’lı yılların arzettiği manzarayı gayet açık bir şekilde ortaya koyacaktı: “...Başkanlığın da bugüne kadar din adamları yetiştirecek mesleki bir müesseseye sahip bulunmaması bugün memleketin bir çok yerlerinde hakiki din adamı bulmak şöyle dursun, camilerde mihraba geçecek, halka namaz kıldıracak, minbere çıkıp hutbe okuyacak bir imam ve hatip bile bulunamamaktadır. Hatta bazı köylerimizde, ölenlerin techiz ve tekfini ile ebedi istirahatlarına tevdii gibi en basit dini bir vazifeyi ifa edecek kimseler dahi bulunmamakta ve cenazelerin kaldırılmadın günlerce ortada kalmakta olduğu senelerden beri işitilmekte ve görülmektedir...”
Uygulanan sıkı laiklik politikasıyla İslam’ın siyasi, hukuki, toplumsal ve kültürel bütün kurumları ortadan kaldırılarak, İslam ‘kamusal alan’ın dışına itiliyordu. Yeni dönemde İslam yalnızca halkın inancında saklı bir kült olarak sınırlanacaktı. Uygulanan politikalarla İslam modern hayattan yani şehirlerden, taşra kasabalarına, köylere itilmek suretiyle, 1400 yıl önce bir şehir devletiyle gelişmesinin aksine, köylüleştirilmek isteniyordu.
Harf devriminin de etkisiyle yaşanan hafıza kaybı, bir şehir dini olan İslam’ı kırsala mahkum ederek devlete itaati öngörüyordu. Çok geçmeden de ülkede Şerif Mardin’in de tesbit ettiği gibi, “Volk İslam” denebilecek bir model ortaya çıkarılmıştı. Kemalist ideoloji, bir yandan dini mabede ve vicdanlara hapsetmeye çalışırken, öbür taraftan da, İslamın Vatan, kahramanlık, şehitlik, gibi kavramlarını da öncelemişti.
Darbeyi öven vaizler
İlk Diyanet İşleri Başkanlığı görevine atanan Rıfat Börekçi, (1924-1941 yılları arasında görev yaptı) tarafından yazılan 1200 sayılı 4 sayfa uzunluğundaki tarihsiz matbu belge, Diyanet İşleri mensuplarının Teyyare Cemiyeti (Türk Hava Kurumu)’ne üye olmalarını, destek vermelerini ve halkı desteğe çağırmalarını istiyordu. 6 ağustos 1945’te Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Ahmet Hamdi Akseki tarafından yayınlanan genelgede de, vaizlerin görevleri arasında Teyyare Cemiyeti de sayılacaktı. 27 Mayıs darbesinin ardından 4 Haziran 1960 tarihli 11467 sayılı genelgede de, 27 Mayıs ihtilalinin faziletleri olduğu ve bunun halka anlatılması vaizlerden istenecekti. Aynı istek, 28 Temmuz 1960 tarihli 15811 sayılı ve 29 Haziran 1961 tarih ve 16190 tamimlerle de tekrar edilecekti.
Ömer Nasuhi Bilmen’in ardından Diyanet Başkanı olan Hasan Hüsnü Erdem, kendisine yardımcı yapılan emekli general Sadettin Evrin’in hazırlayıp, başkanın adı ve imzasıyla yayınlanmasını istediği, Nurcular aleyhindeki metne karşı çıktığı için, Başkan re’sen emekliye sevkedilecekti. Yine, bir sonraki Başkan İbrahim Elmalı, Devlet Bakanı Refet Sezgin’in, bir tayinle ilgili isteğini geri çevirdiği için jet hızıyla görevden alınacaktı.
Müdahale elbette başkanlarla sınırlı kalmayacak, hutbe ve vaazlara da yansıyacaktı. Örneğin, 1960’lı yıllarda dahi halktan gelen binlerce “faiz haram mı” sorusuna Diyanet yıllarca cevap veremeyecekti.
Devlet kontrolünde bir din dayatmasını, Diyanet’in görevini ve konumunu anlatan anayasa maddeleri açıkça ortaya koymaktaydı. Bu; 1961 Anayasasının 154. maddesinde, “Genel İdare İçinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir” ifadesi ile, 1982 anayasasında ise “Diyanet İşleri Başkanlığı laiklik ilkesi doğrultusunda... özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir” şeklinde belirlenmişti.
Kemalist hutbe irad etmek, dualara bile Kemalizmi sıkıştırmak, Türkiye toplumunun Diyanet hocalarında gördüğü olağan hallerden olmuştu. Resmi din hizmeti dışında hizmet veren cemaatler (Süleymancılar, Nurcular vb.) hakkında hazırladıkları şikayet raporları da hiç şüphesiz ayrı bir tartışma konusudur. Diyanet İşleri eski Başkanlarından Tayyar Altıkulaç’ın, “Dört kez partisi ‘dini esaslara dayalı devlet kurma isteği’ taşıdığı gerekçesiyle kapatılan Prof. Necmettin Erbakan’la değil de, ‘laik sistemi korumak’ için darbe yapan Kenan Evren’le daha iyi anlaşıyorduk” sözü Diyanet’in sistem içindeki yerini anlatması bakımından önemlidir. Öyle gözüküyor ki; Diyanet daha uzun yıllar tartışmaların odağında yer almaya devam edecektir.
STAR