Taha Kılınç / Yeni Şafak
Dünden bugüne
Katolik dünyasının ruhanî lideri Papa Francis, Malta Şövalyeleri’nin yönetimini feshederek, 2020’de ölen “büyük üstad” Giacomo dalla Torre’nin yerine yenisi seçilinceye kadar geçici bir yönetim atadı. Bizzat Papa’nın müdahalesiyle hazırlanan yeni anayasa çerçevesinde, dünya çapındaki en köklü Katolik tarikatlardan biri olan Malta Şövalyeleri’nin büyük üstadları bundan böyle 10 yıllığına seçilecek, iki dönemden fazla görev yapamayacak ve 85 yaşına geldiğinde de otomatikman emekliye sevk edilecek. Düzenlemenin en dikkat çekici tarafı, büyük üstadların Avrupa’nın “soylu” ailelerinden birine mensubiyet şartının kaldırılmış olması. Böylece artık “sıradan” kişiler de Malta Şövalyeleri’ne liderlik edebilecek.
Üstteki paragrafı okuyan birçok kimse muhtemelen “Malta Şövalyeleri mi?” sorusunu sormuş, biraz duraklamış ve tarih bilgisini şöyle bir yoklamıştır. Belki bazılarımız bu askerî ve dinî tarikatın adını en son lise tarih kitaplarında okumuştur. Oysa karşımızda bugün artık “kanlı” olmasa bile hâlâ canlı ve faal bir Katolik teşkilât var.
Malta Şövalyeleri’nin serüveni, 600’lü yıllarda Katolik Kilisesi’nin Kudüs’te açtığı bir hastaneyle başladı. Bu yüzden yaygın isimleri “Hospitalier Şövalyeleri”dir. 1099’da Haçlıların Kudüs’ü işgalinden sonra örgütlenen, resmî ve disiplinli bir yapıya kavuşan teşkilât, yaklaşık 90 yıllık Haçlı yönetimi sırasında gücünü ve etkinliğini daha da artırdı. 1187’de Salahaddîn Eyyûbî’nin Kudüs’ü yeniden Müslümanlara kazandırmasıyla birlikte, şövalyeler şehri terk ederek kuzeydeki Akkâ’ya yerleştiler. 1291’de Memlûkler Akkâ’yı fethedince, tarikat üyeleri bu defa Rodos adasını ele geçirerek burayı merkez edindiler. 1312’de güçlü rakip tarikat Tapınak Şövalyeleri Papalık kararıyla feshedildi ve bütün mülkleri Rodos Şövalyeleri’ne aktarıldı. Akdeniz’le Ege’nin kesişim noktasında, Osmanlı Devleti için ciddi bir tehdit oluşturan şövalyeler, 1522’de Rodos’un Kanunî Sultan Süleyman tarafından fethiyle bir kez daha yer değiştirmek zorunda kaldılar ve Malta’ya geçtiler. 1798’de Napolyon Bonapart Malta’yı işgal ettiğinde şövalyeleri adadan sürdü. Bir zamanlar Akdeniz’in en önemli tehdit unsurlarından biriyken, yıllar içinde sayıları ve etkinlikleri azalarak güçten düşen şövalyeler, nihayet 1834’te Roma’ya yerleştiler.
Malta Şövalyeleri, günümüzde yaklaşık 14 bin kayıtlı üyeye sahip bir yardım kuruluşu görünümünde. 95 binden fazla gönüllüsüyle dünyanın birçok noktasında faaliyet gösteren tarikat, Katoliklik etiketinin yardımıyla 110 ülkenin diplomatik olarak muhatap aldığı bir oluşum. Mülteci kamplarından savaş bölgelerine, doğal afet alanlarından yardıma muhtaç ülkelerin ara sokaklarına, Malta Şövalyeleri her yerde karşınıza çıkabilir. Roma’da yönetim ofisleriyle bir saraya, Malta’da da tarihî bir kalenin bir kısmına malik bulunan Malta Şövalyeleri, kendilerine özel pasaportlarla kıtalar arasında diledikleri gibi cirit atıyor bugün. Tarikatın en önemli hedefinin ise “misyonerlik” olduğunu söylemeye gerek bile yok elbette.
Tıpkı Malta Şövalyeleri gibi, Ortadoğu tarihinin ayrılmaz bir parçası olan Fâtımîler ve onların mensup olduğu Şiî-İsmâilî inanç da, günümüzde hâlâ yaşamaya devam ediyor: Başında “Ağa Han” lakaplı bir liderin bulunduğu Nizârîlerle, daha geleneksel usulleri benimseyen Dâvûdî Buhra Cemaati, bu misyonun temsilcileri. Ağa Han ve ona bağlı kadroları dünya jet sosyetesinin en hızlı mensupları arasında görüyoruz, Dâvûdî Buhra’ları ise Yemen’den Mısır’a, Filistin’den Hindistan’a, İslâm coğrafyasının farklı noktalarındaki tarihî mekânları kendi yöntemleriyle ihya ederken… Nizârîler kültür ve sanata düşkünlükleri ve yatırımlarıyla biliniyor. Ağa Han Mimarlık Ödülleri, uluslararası çapta saygınlığa sahip. Dâvûdî Buhra mensupları da Şam’daki Emevî Camii’nin içinde, Hz. Hüseyin’in kesik başının sergilendiğine inanılan bölümün restorasyonundan tutun, Yemen’deki dağlık Cible şehrini başkent edinen meşhur Şiî Kraliçe Erva es-Suleyhî’nin kabrinin ihyasına kadar, detaylarla meşguller. Ve her iki ekol de, İngiltere ile yakın bağlantı içinde faaliyet gösteriyor.
Tarihin kendi içinde akmaya devam eden sürekliliğini yakaladığınızda, geçmişte yaşanan her şeyin bugünlere uzanan bir damarının bulunduğunu fark ediyorsunuz. Bu da bugünü daha iyi kavramayı sağlıyor. İşte o zaman tarih, kuru bir malumat yığını olmaktan çıkarak, geleceğe tutulan bir aynaya dönüşüyor.