Taha Kılınç’ın bugünkü Yeni Şafak’ta (28 Ekim 2017) yayınlanan “Srebrenitsa, Halep, Rakka…” başlıklı yazısı şöyle:
Potoçari Şehitliği’ndeki beyaz mermerden mezar taşları arasında boş gözlerle dolaşıyorum. Srebrenitsa Katliamı’nda öldürülenlerin defnedildiği bu mezarlıkta 1980 doğumlu çocuklar da var, 1911’li ihtiyarlar da. 11 Temmuz 1995 günü Srebrenitsa’yı kuşatan Sırp çetelerinin, Hollandalı BM ‘barış gücü’ askerlerinin gözetiminde ve müsaadesiyle imza attığı katliam, burada hâlâ bütün dehşetiyle capcanlı. Mehmed, İzet, Kadrija, İbrahim, İsmet, Hamdija, Redzep, Reuf, Ramiz, Nurija, Selim, Suad… Kurbanların ‘suçu’ mezar taşlarına böyle kazınmış. Hepsinin suçu aynı: Müslüman olmak.
Şehitlikten çıkmaya yakın, gözüme, diğerlerinden ayrı duran bir mezar taşı takıldı. Şekli çevredekilere benzemediği gibi, üzerindeki yazı ve işaret de bambaşkaydı. “Rudolf (Aleksandar) Hren” yazıyordu isim yerinde, üstünde de büyük bir haç vardı. Bunun bir Hıristiyan mezarı olduğu belliydi, ama burada ne işi vardı?
Rudolf Aleksandar Hren’in hikâyesi, caniliğin ve barbarlığın türlü örneklerinin sergilendiği Bosna Savaşı’nın en çarpıcı sahnelerinden:
Bir toplu mezarda Boşnak Müslüman kurbanlarla birlikte bulunan cenazesi 2010’da teşhis edilen Rudolf, 1960 yılında Sırbistan’ın Vrbas kasabasında Hırvat bir anne-babadan dünyaya gelmiş. Ailesi, Rudolf henüz üç aylıkken bir madende çalışmak üzere Srebrenitsa’ya gelip yerleşmiş. Çocukluk ve gençlik yıllarını Müslümanların arasında geçiren Katolik Rudolf’un en yakın dostları da hep Boşnak Müslümanlar olmuş. Bosna Savaşı patlak verdiğinde, arkadaşlarıyla birlikte hareket eden Rudolf, 1995 yazında Sırplar Srebrenitsa’yı kuşattığında, Boşnaklarla birlikte dağlara sığınmış. Katledilme tarihi 11 ila 14 Temmuz arasında olmalı.
Rudolf’un cenazesi teşhis edildiğinde, annesi Barbara onun Müslümanlarla birlikte defnedilmesine karar vermiş. “Bana oğlumun başka bir mezarlığa da gömülebileceğini söylediler. Burası Müslüman mezarlığı olduğu için, başka bir yer de seçebilirdim. Ama ben son güne kadar ayrılmadığı arkadaşlarıyla birlikte yatmasını istedim. Onlarla birlikte öldü, yine onlarla birlikte yatsın, dedim.” Oğlunu son defa 10 Temmuz 1995 günü gören Barbara Hren’in bu kararına, Rudolf’un eşi Hatidza ve kızı Dijana da destek vermiş.
***
Potoçari Şehitliği’nden çıkıp Srebrenitsa merkezine doğru devam ederken, aklımda sadece Rudolf’un kahramanca hikâyesi yoktu. Çok da uzun olmayan bir gelecekte, bugünkü Suriye’nin harabeye dönmüş şehirlerini de böyle ziyaret edecektik işte. Bombardımanların sustuğu, katliamların sona erdiği, yıkıntıların temizlenip enkazın kaldırıldığı o güneşli günler geldiğinde… Ve insanoğlu, hafızasına yenik düşüp bugün yaşanan ‘unutulmaz’ acıları unuttuğunda… Ellerimizde fotoğraf makineleri ve dillerimizde dualarla, şehitlik şehitlik gezecektik Halep’i, Humus’u, Rakka’yı, Musul’u, Kerkük’ü…
Soykırım ve katliamlar gerçekleştiğinde söyleniveren “Bir daha asla!” sözü, her şehitlik ziyaretimde bir kez daha anlamını yitiriyor benim için. Srebrenista’da da aynısı oldu. “Asla unutmayacağız!”, “Unutursak kalbimiz kurusun!”, “Bir daha asla buna izin vermeyeceğiz!”… Mezar taşları cevap veriyor adeta bu sloganlara: Ey diriler, boşuna yalan söylemeyin!
***
Yakılıp yıkılan, işgale uğrayan ve talan edilen şehirlerimizi gördükçe, tarihin derinliklerinden bu yana devam eden serüvenimizi bir kere daha düşünüyorum. Örneğin bugün harabeye dönüşüne yandığımız Halep, aslında daha önce geçirdiği birçok yıkımın ardından yeniden yapılmış, ‘yeni’ bir şehirdi. Avlusundaki güvercinleri bile hasretle andığımız Halep Ulu Camii, bir gün gelecek yeniden, sanki savaş hiç Halep’e uğramamışçasına inşa edilecek. Gelecek nesiller, tıpkı bizim geçmişi unuttuğumuz gibi, yine o harikulâde avluda güvercinleri fotoğraflayacaklar, mermeri adımlayacak, şırıl şırıl sularda abdest alacaklar… Bundan 10 sene önce bizim de yaptığımız gibi, önceki yıkımları aklımıza bile getirmeyerek…
Tarihi bu yönden düşününce, karşımıza çıkan manzara çok sarsıcı: Aslında sürekli yıkım ve inşa halindeyiz. Toplumlarımız da, şehirlerimiz de, eserlerimiz de. Karşımızda ayakta gördüğümüz bir eser, çoğu kez, kim bilir kaçıncı yıkımdan sonra yenilenmiş haliyle selamlıyor bizi. Bu da, bakınca gördüğümüz şeylerin ardına geçmeyi ve geçmişini tefekkür etmeyi zorunlu hale getiriyor.
Peki, tarihi böyle düşünmek, bugünkü yıkımların dehşetini ve üzüntüsünü azaltıyor mu? Aslında pek değil. Nihayetinde, her seferinde bizden bir parça da kopuyor ve tarihin derinliklerinde kaybolup gidiyor çünkü. Eksiliyoruz.
***
Tam bu satırları yazarken önüme düşen bir haber: “Suriye’nin başkenti Şam yakınlarındaki Doğu Guta bölgesinde, iki bebek açlık nedeniyle hayatını kaybetti. Rejimin kuşatması altında bulunan Doğu Guta…” Sonrasını okumaya gerek yok. Her şey gözlerimizin önünde olup bitiyor. Saraybosna’nın tam 1425 gün kuşatma altında tutulması sırasında hayatını kaybeden 2 bin dolayında Boşnak çocuğun kaderini paylaşıyor Doğu Guta’daki yavrucaklar.
Keşke, diyesi geliyor insanın, tarih böylesine çabuk ve böylesine acı şekilde tekerrür etmeseydi…