Yasin Aktay / Yeni Şafak
Sıddık dost
Dostluğun muallimi olan Peygamber, hiçbir zaman, asla kendi inanmadığı bir şeyi insanlara anlatan bir siyasetçi değildi. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’da, dünyayı kendi idealleri ve hedefleri doğrultusunda değiştiren lider şahsiyetlerin insanlara davranışı üzerine uzun bir analizi vardır. Belirledikleri hedeflere doğru yürürken insanların desteğine ihtiyaçları vardır. O yüzden insanları ikna etmeye çalışırlar. Bu ikna çabasının ardında lider ile muhatapları arasında bir dostluk ilişkisinin olması imkansızdır. Çünkü lidere tabi olanlar aslında o siyasi liderin hedeflerinin sadece basit bir aracıdır.
Birçok insanın hayatını bu yolculukta heder etmekten hiç çekinmezler o yüzden siyasiler. Kahramanlık, gazilik veya şehitlik söylemleri bu anlamda yürünen yolu yürüyebilecek özneleri motive etmeye yarar sadece.
Onların gerçek bir karşılığı yoktur. Dostoyevski Hz. Muhammed’i de bu analizine dahil eder. Ancak tanımadığı ve hiç dinlememiş olduğu ne kadar açık. Dinlese belki başka liderlerle Peygamber arasındaki farkı görür, liderler için söyledikleri de bu farkın altını çizmeye yarayabilirdi.
Gerçekten de birçok siyasi hareketin liderinin çağrısında insanı böylesi bir araçsallaştırmanın izi vardır. Kendilerine bağlı olanlarla dost olma ihtimali yoktur, onlar sadece kullanılan araçlardır. Tam da dostluk bu ilişkinin ne kadar araçsal olup olmadığını ölçmenin bariz bir yoludur: Peygamber(ler) kendilerine tabi olanlarla dost olurlardı, dostluğun anahtarını verirlerdi ve kendilerini mutlu kılan hakikate insanları da ortak ederek onların da aynı şekilde mutlu olmalarını sağlarlardı.
Hz. Musa’nın aradığı şey kendisini iktidar sahibi kılacak bir topluluk değildi, kendi kavminin özgürlüğe kavuşması ve özgür bir atmosferde insanlık onuruna yaraşır bir biçimde yaşaması, kula kulluk etmemesi ve ebedi bir ahiret saadetine kavuşmasıydı. Musa buna inanıyordu, inandığını paylaşıyordu.
Hz. Muhammed (S) Mekke’de iken insanların saçma sapan putlara tapınışları, o putlara inanç etrafında oluşturdukları zulüm, sömürü ve kula kulluk ilişkilerinin toplumu yozlaştırıp insanları insanlıktan çıkardığını büyük bir ıstırap duyarak izliyordu. İnsanlar büyük bir gaflet içinde kendilerini fıtratlarından uzaklaştıran bu halleri yaşayıp giderken bunu farkeden, gören biri olarak yaşadıklarına lakayt kalamıyordu. O insanlardan o halleri içindeyken bir dost bulamıyordu, esasen tam da dostun olmadığı bir hal içindeydi. Böyle bir haldeyken bile onun yanında ıstırabını hisseden, onu anlayan, gördüklerini gören, sıkıntılarını paylaşan, ona diğergam olan, onun gördüklerini gören, onunla adeta “Keruhin vahidin beyne cismeyni kusimet” (İki bedende tek ruh gibi) olan bir hayat dostu, zevcesi Haticesi (r) vardı bir de bütün ismiyle ve tanımlarıyla dostu olan Ebubekir’i vardı.
Ebubekir Hz. Peygamber başkalarına dostluğun, ashab olmanın, ölçülerini ve sanatını öğretmeden önce de onun dostuydu. O dost olmanın ne demek olduğunu, dostluğun neyi gerektirdiğini önceden zaten biliyordu. Bildiğinin ne kadarını dostundan öğrenmişti bilemiyoruz, ama sonradan bu bilgisine daha çok şey katmış olduğu muhakkaktı.
Öyle bir dosttu ki, arkadaşı kendisine Allah’tan vahy aldığını söylediğinde en ufak bir tereddüt göstermeden kendisine inanmış ve onunla gözünü kırpmadan uzun ve çetrefil bir yola koyulmuştu.
Hz. Muhammed’in (S) Ebubekir ile olan ilişkisi, hiç kuşkusuz bütün dostluk bilgisinin veya felsefelerinin referans alacağı bir dostluk ilişkisidir. Dost yoktur karamsarlığına veya kötümserliğine karşı mümkünlüğü kanıtlanmış bir tecrübedir. Hz. Muhammed’i ve ona inananları da her türlü trajik çıkmazlara karşı uyaracak bir ışık, bir umut ilkesi gibi durur orada.
O dostluk ilişkisi ikisinin arasında da kalmamış, ondan bütün insanlığa şefkat, merhamet, bilgelik ve birbirinden duyma, işitme, öğrenme, görme açıklığı sadır olmuştur. Erdemler paylaşıldıkça güçlenir, güçlenen erdemler dostlukları azaltmaz, daha da pekiştirir.
“Şu dağın ardında bir ordu var size doğru” dediğinde belki birileri gerçekten bir ordu var mı yok mu diye koşup bakacaktır, kimisi saçma bulup reddedecektir, ama dost hiç oraya buraya bakmaya ihtiyaç duymadan hemen tedbirini almaya koşacaktır.
Kendisine vahy gelen ve bu vahye dayanarak kurulu bütün sosyal, ekonomik ve kültürel düzenlerini değiştirmeyi talep eden Muhammed (S) artık Mekkeli algıda mecnun seviyesine düşmüştür. Bu haldeyken yalnız bırakılmış, kendisiyle dalga geçilmiş, hor ve hakir görülmüş, aşağılanmış, dışlanmış ama bir tek dostundan dışlanamamıştır. Bütün bunların üstüne bir de en olmayacak şeyi iddia etmiş, ne bilimin, ne aklın ne hiçbir olağan tecrübe ufkunun içine sığmayan bir iddia ile gelmiştir. Bir gece yatağından kaldırılıp Mescid-i Aksa’ya oradan da göklere çıkarılmış ve orada kendisine birçok bilginin kapısı açılmıştır. Bu kabul edilebilir bir şey değildi. İmkânsız bir şeydi.
Ama dostluk, iman, tam da bir şeyin imkânsız olduğunun düşünüldüğü bir anda ortaya konan bir tutum değil midir? Kendisine senin dostun bu saçmalıkları söylüyor diyerek onun hakkında aklını çelmeyi umanların karşılaştıkları cevap bir dostu aynı zamanda “sıddık” kılan bir cevap olur: “Bunları o diyorsa, doğru söylüyor” Tartışma da bitmiştir, isteyen inanır, isteyen de inanmaz.
Sıddık dostu ismiyle müsemma kılan tipik başka bir olay da Rum Suresinde verilen bir habere inancını sergilemesinde yaşanmıştır. Perslere daha yeni mağlup olmuş olan Rumların en geç 9 sene içinde galip geleceklerini haber veren Rum Suresi’ni Müşrikler saçma bulup bir de fırsat olarak satın almışken onlarla bu olayın gerçekleşeceğine dair bahse girer. Rumlar lehine böyle bir bahse girecek kadar inanmak başlıbaşına inancın bütün zorluğunu gösteren bir tutumdur. Çünkü o günkü şartlarda Rumların Sasanilere galip gelmesi muhal sayılıyordu. Oysa o dostuna güvenmişti ve bu güvenin boşa çıkmayacağını da bilmişti.
Sıddık dostun, refikiyle çıktığı hicret yolunda, konakladıkları mağarada çıkabilecek haşerelerin dostuna zarar vermemek için sergilediği muhteşem ihtimam, içinde yılan bulunduğunu bildiği en son deliğe tıkayacak bir şey kalmadığı için dostuna da çaktırmadan ayağını koyması yok mu?
Dostluk varsa bir dosttan fazlası da vardır, vesselam…