Dördüncü yıldönümü

Dün Hrant Dink, öldürülmesinden dört yıl sonra, öldürüldüğü yerde, anıldı. Bizlerden bu yöntemlerle koparılan arkadaşlarımız için yapabileceğimiz bundan başka pek bir şey yok. Arkalarından yürüyüş yapacağız, anma töreni yapacağız, “adalet” bekleyeceğiz...

Hrant için, “gerçek katiller”in bulunmasının onu huzura kavuşturacağını yazanlar oldu. Hrant “huzur” bulacaksa, kendi katilleri ortaya çıkarıldı diye değil, bu toplumu bunca yıldır kana boğan çetenin bazı kilit önemde “mücrim”leri ortaya çıktı diye huzur bulacak, onun için buna sevinecek bir insandı.

Yıllar ve yıllardan beri devam eden bir cinayet furyasının içindeyiz. Sayılara, istatistiğe meraklı birileri oturup çalışsa da, “siyasî cinayet” denen bu olayın, 1908’den başlayarak, günde kaç kişi oranında yürüdüğünün hesabını yapsa: Bu kategori içinde hayatını kaybedenlerin bazıları kepçelerle kazılan topraklara atılmış, onları arayıp soracak cesareti bulmak da zor.

Söz bu “anonim maktul”lerden açılınca, o yıl bizi görece farklı bir “etkinlik biçimi”ne götürüyor. Bunu ayrıca birkaç yazıda ele almayı ve bugünlerde çokça konuşan ve konuşulan Arif Doğan gibi kişilerin durumuna bakmayı düşünüyorum. Hrant’a suikast ve daha nicelerine suikast başka bir kategoriye giriyor. Aslında “kategori”de çok ya...

“Yıllardan beri devam eden...” dedim. Daha bunun başında işlenmiş cinayetlerin katilleri ortaya çıkmamış ki! Ahmet Samim’i vuranın İzmir suikastına karışıp Ankara’da (bir zamanlar valisi olduğu Ankara’da) asılan Abdülkadir olduğuna dair geniş bir fikir birliği vardır, ama bu da kesin bir bilgi değildir. Zeki Bey’i kim öldürdü? Hasan Fehmi’yi kim öldürdü? Mustafa Suphi’yi ve arkadaşlarını (ve karısını) Yahya Kâhya, Ali Şükrü’yü (herhalde) Topal Osman öldürdü. Peki, onlara kim bu öldürme emrini verdi? Bu çapta adamların kendi başlarına karar verip de yapacağı işler midir bunlar?

Böyle böyle daha yakın günlere geliyoruz ve yaşadığımız zaman dilimine yaklaştıkça ölüm sayısı artıyor; demek ki, çözülmemiş esrar sayısı da artıyor.

Bu olaylarla birlikte hukuk ve “kriminoloji” dallarına yeni terimler armağan ediyoruz. Hrant’ı Ogün Samast’ın öldürdüğü kesin gibi. Malatya’da misyoner öldürenler “vaka mahalli”nde yakalandı, kim oldukları belli. Santoro’da şüpheler var, ama “katil” olarak yakalanması istenen yakalandı. Ama bunlar kimseyi rahatlatmıyor: “Gerçek katiller kimler” diye soruyoruz. Demek ki “katiller” var, bir de “gerçek katiller” var.

Böyle bir ayrım yapmak zorunlu. Çünkü bu tip cinayetlerin, cinayeti işleyenler değil ama işletenler arasında bir koordinasyonu olduğu, tekil olayların genel bir planın parçası olduğu çok belli. Ve işte, bakıyorsunuz, “Balyoz”un Gölcük’te çıkan ekinde Hrant’ın da aralarında olduğu bir “öldürülecek azınlık mensubu” listesi ortaya çıkıyor.

Dolayısıyla soruyoruz: “Gerçek katiller kimler?”

Retorik (söz sanatları) dediğimiz alanda, bir “süsleme ögesi”nin adına “retorik soru” derler. Bu, “cevabı bilinen soru” anlamına gelir. “Yeryüzünde en büyük millet kimdir” diye bir soru sorulduğunda, hepimiz, bunun cevabının “Türkler” olduğunu biliriz ya... “Gerçek katiller kimler?”

Bazı dönemlerde seyreden, bazı dönemlerde sıklaşan ama sonu hiç gelmeyen bir suikast kurbanları listesi. Yetmişlere bakıyoruz, grafikler yükseliyor, bir sağdan, iki soldan, devam edip gidiyor. Sonra 12 Eylül, ordu bizi koruyor ve kolluyor ve suikastların arkası kesiliyor. Derken Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, yeni bir dizi başlıyor. Bir zaman sonra, başka türlü kurbanlar.

Kurbanlar, öldürme yöntem ve silahları değişiyor. Değişmeyen, en fazla istikrar gösteren öge, katillerin bulunmaması; “İşte budur” diye önümüze itelenen birkaç kişinin de hiç inandırıcı olmaması.

Bu durum ve dört yıldır devam eden “Hrant Dink cinayeti davası” kepazeliği sorunun retorik bir soru olduğunu yeteri netlikle açıklamıyor mu?

TARAF