Geçen hafta TVNET'de Yıldıray Oğur ile birlikte hazırladığımız "Diyalojik" programının konuk konuşmacıları Dicle Üniversitesi'nden iki sosyolog, Doç. Rüstem Erkan ve Doç. Mazhar Bağlı idi.
29 Mart seçimi özellikle Güneydoğuda – daha da özellikle Diyarbakır'da- başından beri neredeyse "Kürt sorunu referandumu"na dönüştürüldüğü için, söz konusu bölgede yaşayan ve araştırmalar yapan bu iki sosyoloğun bize alışılmışın dışında bilgiler vermesini istiyorduk.
29 Mart'da tecelli edecek muhtemel seçim sonuçlarına ve dolayısıyla seçmen davranışlarına ilişkin siyasetçilerden gazetecisine ve anketçisine –çoğunluğu "dışarıdan"- pek çok kişinin fikir beyan ettikleri konuyu bir de yıllardır burada yaşayan ve çalışan iki bilim adamından dinlemek istedik. Sosyoloji –ve de sosyal psikoloji- bu işe ne diyordu acaba?
Konuklarımız önce,neredeyse ezelden beridir "şeyhler-hocalar" ya da "Kürt milliyetçiliği" tarafından yönlendirildiği söylenen bölge halkının "homojen" bir yapıdaymış gibi değerlendirmemesi gerektiğini hatırlattılar. Tamam, "cemaat/tarikat" ilişkileri ve söz konusu milliyetçilik eksik değildi; ama orası da –artık- sadece bu kavramlarla anlaşılması imkânsız bir toplumsal çeşitlilik arz ediyordu. Hiç değilse çok varlıklısı-orta varlıklısı, az gelirlisi-hiç gelirlisi ile orası da her "toplum"un sahip olduğu homojenlikten uzak bir yapıya sahipti.
Bölge hakkında yine sıklıkla dile getirilen "feodal (?)-aşiret" yapısı da gündeme gelince, bu değerlendirmenin de eskimiş bir klişe olduğu ifade edildi. Bu eskimişliğin en önemli işaretinin de gerek DTP gerekse AK Parti'nin bölgedeki seçmen davranışlarının belirlenmesinde önceleri çok belirleyici olan bu yapının dışına çıkarak siyaset yapmaları gösterildi. Yani bir bakıma, her iki parti de büyük ölçüde seçmenlerine "modern" tarzda seslenmekteydi. Bölgede eskiden karşılaştığımız "aşiretler" yoluyla seçmen kapatmanın büyük ölçüde aşıldığı bir noktadaydık. "Bireysel" talepleri öne çıkan seçmenler gibi, "milliyetçi" talepleri öne çıkan seçmenler de artık eskinin alışılmış aday-seçmen denkleminin dışına çıkmışlardı.
Değerli tespitlerdi bunlar; en azından, bize, bölgeden "başka bir ülke gibi" değil "bu ülke" gibi söz etmemize izin veren tespitlerdi. Konuklarımız bu çerçevede bölgenin yakın zamanlardaki seçim tarihini de aktardılar. 1950'den sonra DP'nin bölgede nasıl büyük bir üstünlüğe kavuştuğunu; bölge seçmenlerinin CHP diktasından sonra DP'yi nasıl büyük bir muhabbetle karşıladıklarını; 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra –son derece şaşırtıcı biçimde- Ekrem Alican'ın Yeni Türkiye Partisi'nin oylarının yüzde 40'ı bulduğunu; 1973'de bu sefer CHP'nin bölgenin birinci partisi olmasını; 1977'de CHP'nin üstünlüğünü devam ettirmesini; 1983 seçimlerinde ise –yine çok şaşırtıcı biçimde- ANAP'ın hemen arkasından "ısmarlama" Milliyetçi Demokrasi Partisi'nin bölgede ikinci parti konumuna yükseldiğini; 1991'de HEP'i listesine alan SHP'nin bölgede yüzde 37.1 gibi yine yüksek bir sonuç elde etmesini; ve nihayet 2007 seçiminde Ak Parti'nin bölgedeki oylarını yüzde 53'ün üzerine çıkarmasını, hatırlattılar.
Toplantıda da söyledim: Tamam, Alican'ın YTP'sinin kaydettiği skor, DP'den miras "aşiret beylerinin desteği" ile açıklanıyor. Tamam, diyelim ki Turgut Sunalp'ın 'ısmarlama" partisi de –askeri darbenin ürünü bir parti olması ve bölge halkının bu dönemde çok zulüm görmesine rağmen- benzer "destek"le açıklanıyor. Peki ya Ecevit'in CHP'ye 1950'den beri yapılmış olan seçimlerde almış olduğu en yüksek oyu kazandıran 1973 seçimlerinde öne çıkardığı siyaset nasıl oluyor da o döneme –ve Sunalp örneğinde olduğu gibi sonrasına- kadar belirleyici bir faktör olan "aşiretler" meselesini yıkıp geçerek, bölge halkının gönlünü alabiliyor? Ecevit'in CHP'sinin benzer bir sonuca 1977 seçimlerinde ulaştığını da unutmayın.
Demek ki dönemin Ecevit'i, meydanlarda "Kürt" sözcüğünü telaffuz etmeden (benim bildiğim, Ecevit'in o dönemlerde bu sözcüğü sadece "Pülümür'ün Yaşsız Kadını" adlı şiirinde kullandığıdır) "Hakça Düzen" gibi son derece siyasal bir ilke Güneydoğu seçmenini arkasına takabiliyordu. ("Hakça Düzen" gerçekten güzel ve etkili bir siyasal ilke; yeri gelmişken Refah Partisi'nin "Adil Düzen"ini de unutmayalım. O da çok hoş gerçekten.)
Demek ki, bölgenin "aşiretler, feodal (?) düzen, ağalar vs" ile takdim edilen ekonomik-toplumsal yapısı önüne ciddi bir siyasal ilkenin getirildiğini görünce hiç mi hiç kayıtsız kalmamış. Ne "feodal" dinlemiş, ne "aşiret", ne de "ağa".
Aslında bunun böyle olması çok tabii. Çünkü, konuk sosyologlarımızın dediği gibi bölgenin toplumsal yapısını "homojen" olarak nitelemek doğru değil. Nitekim bugün de, yazının başında işaret ettiğim gibi, DTP ve AK Parti bölge seçmeninin huzuruna eskiyi hatırlatmayan "modern" bir siyasetle çıkıyor. Peki ya bölgedeki bu yarışta daha baştan havlu atmış olanlar için ne diyebiliriz?
Mesela CHP ve MHP, gerçekten de, bir Hürriyet yazarının insanı gülümseten bir ısrarla ileri sürdüğü gibi, "sosyal yapı ve toprak mülkiyeti Batı'da daha çağdaş olduğu için" mi oralarda mitingi yapabiliyor? Doğu ve Güneydoğu seçmeni AK Parti ve DTP'yi "uyuşturucu madde bağımlıları" gibi "şeyhler ve hocalar tarafından yönlendirilen, köleleşmiş müminler, 'gaza (gazve)' ve 'cihad' sonucu ele geçen ganimetten pay isteyen avantacılar" ya da "Kürt milliyetçiliğini ve kimliğini (etnisitesini) referans yapmış yığışımlar" olduğu için mi tutuyor? Yani bütün sorun "seçmenin zihinsel yapısında" mı?
Gülünç görüşler bunlar tabii ki. Allah zihin açıklığı versin.
"Kürtler ve otorite" konusu açılınca Mazhar Bağlı söylemişti galiba: Kürtlerin otoriteyi aşiret ilişkileri içinde kabullenmeleri-yaşamaları ile "devlet"in "soğuk otoritesi"ni içlerine sindirememelerini birbirine karıştırmamak gerekir. Bu tespit de hoşuma gitmişti; çünkü bu durumda bir yanda "toplumsal", öte yanda ise "devletsel" olandan söz etmiş olmuyor muyduk?
YENİ ŞAFAK