- İslâm'ın maneviyatçılığına karşı Batının aklı veya maddiyatçılığı kıyaslaması yapılıyor. Özellikle Doğu, maneviyat boyutunu tamamlamış, maddede eksik kalmış Batı ise maddiyat yönünü halletmesine karşın manevi buhran/inanç krizi içerisinde kıvranmakta mıdır?
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla,
Sorunuzu, “Batı” kavramından ne anladığımın izahıyla cevaplamak istiyorum: Kısaca anladığım, Yahudi-Hıristiyan-Grek-Helen kültür temeli üzerine kurulu uygarlık olduğudur. Bugünkü durumda ise Batı, seküler dünya görüşünün temsil edildiği cenah anlamında kullanılabilir kanaatindeyim.
Batının kilise imanına olan tepki serüveni, metafizik her bir yönelimi karşısına alarak topyekûn kutsala düşmanlığa dönüşmüştür. Batı toplumlarında Aydınlanmayla birlikte pozitivizm etkisini dinsel her bir öğeye varıncaya dek göstermiştir. Batılı insanın her şeye maddiyatçı/seküler, matematiksel ve bencil bakışı, paylaşma ve fedakârlık duygularını köreltmiştir.
‘Batı’ vurgumuzla, batılı değerlerin alternatifinin doğulu değerler olduğunu demek istemiyorum. Ancak bugün büyük sorun, batının kendi medeniyetini sözün tükendiği nokta/tarihin sonu sanmasında; daha vahimi, bunu kendi dışında gördüğü dünyaya dayatmasındadır. Oysa bugünkü dünyada Batı, hegemonik hedefleriyle insanlığı adeta kasıp kavurmaktadır. Batının hegemonyan tavrı, ahlak ve değerler anlamında söyleyecek sözünün olmadığının teyididir. Batı, yer yer kendi reel tarihsel süreciyle de çelişik siyasî dayatmacı laisizm eliyle toplumları dizyn etmeye çalışmış ve ulaştığı yerleri tam anlamıyla ifsat etmiştir. Burada Laikliği felsefîk arka planı ve sosyolojik tezahürleriyle modernizasyon sürecinin profan (lâdini) taleplerine siyasal bir karşılık olarak görüyorum.
Batıcı zihniyet, bizatihi Allah’ı tanımama, ona karşı büyüklenme, onu unutma, nimetlerini ve ayetlerini görmezlikten gelme yani nankörlük halidir. Bu yönüyle batı anlayışı, birçok ahlâksızlığın temel nedeni olarak karşımızda durmaktadır. Batının sömürgeci zihniyetinin ağır sonuçları, batı aklına, dahası aklı kullanış biçimine olan güveni de sarsmıştır.
Dini, mübadeleye tabi tutan, onu emtia gibi alınır satılır gören modern anlayış, talebini, yer yer paradoksal olarak mistik zeminden karşılamaktadır.
Batıya mukabil doğulu insan ise her şeye mitsel bakma maluliyeti yaşamaktadır. Dikkat ederseniz bu kanaatimle özellikle İslam’ı, doğu - batı tasnifinin dışında tutuyorum. Ve doğuda gördüğüm resimden hareketle, İslam manevî iken her manevî telakkinin İslam olmadığına dikkat çekmek istiyorum.
Doğu toplumları açısından batılı/modern yaklaşım, kültürel dokuya ters düştüğü için reddedilmiş ancak yerine mutlak hakikatten ziyade geçmişten gelen her bir gelenek (tradition) farklı bir ifadeyle kadim miras gündeme taşınmıştır. Bizce bu da atalar yoludur ve tarihin çöplüğü olarak görülüp reddedilmelidir. Modern batının yaşadığı buhran gelenekçi yaklaşımı gittikçe ilgi odağı haline getirmiştir. Varılan bu sonuçta batının bunalımıyla birlikte batı sorgulamalarının batılı insan tarafından yapılmasının ve sözü geçer entelektüellerin doğu kültür ve inançlarına yakın ilgisinin de etkisi vardır. Bu yönüyle de Gelenekçilik yükselen değer olmaya devam edecek gibi gözüküyor.
Batıcı yaklaşıma mukabil Hıristiyanlık ve Yahudiliğin doğu din ve felsefelerine uyarlanması neticesinde ortaya çıkan bir çok gnostik dinî ve felsefî paradigma, doğu maneviyatçılığının başat akımları durumundadır. Siyonizm dahi ‘Yeni Dünya Düzeni’nin olmazsa olmazı, Kabala felsefesine dayalı, senkretik ve mesiyanik özelliklere sahip, kendi iddialarıyla dahi çelişik seküler ve de Protestan din anlayışını benimsemiştir. Bütün bunlar Kitab-ı Mukaddes’i doğu kültür ve felsefelerinin etkisiyle saliklerinden farklı okumayla ortaya çıkan modern döneme ait durumlardır.1
Sekülerlik batı merkezli olmasına rağmen bugün bu ifsadî tutum, Batı’ya münhasır değildir. Dinin sekülarizasyonu sürecinde Doğu toplumlarının ifsadı daha az olmamıştır. Yaşamı sadece bu dünya hayatından ibaret görme; uhrevî olanı erteleme anlamında dünyevîleşme, Kur’an’ın tanımıyla derin bir sapkınlıktır. Bugün bu sapıklık, hem Batının hem de Doğunun hastalığı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Görünen o ki Batı maddeperestliği aşikâr, Doğu muharrifliği gri ve bulanık olarak insanlığı ifsada devam etmektedir. Dolayısıyla ister Batı deyin ister Doğu hiç bir işlerinde Âlemlerin Rabbi olan ve kendisinden başka hak ilah olmayan Allah’ı hesaba katmamışlardır. Cehennemin bir tarafını müsrif dünyevî oluştururken diğer tarafını mistik ruhbanî teşkil etmektedir. Bir tarafta ‘bin lokma bin hırka’ müsrifliği yaşanırken diğer tarafta ‘bir lokma bir hırka’ felsefesi vardır. Mükerrer ifademizle bunlara meyil, iki cehenneme duçar olmaktır.
Bugün modern yaklaşıma yönelik oluşan infial, postmodern cevapla karşılanmaya çalışılmaktadır. Bu anlamıyla da Postmodernizm’in dine dönüşe imkân verdiği vehmi yeni bir tuzak olarak karşımızda durmaktadır. Bu yaklaşım, üretilmiş değer olarak algıladığımız ‘tahrif olmuş dinler’ için bir anlam ifade edebilir. Ve bu bir lütuf ise eğer İslâmla alakası yoktur. Hakikatin tutarlılığı ve bir sınırı vardır. Ed-Din olan İslam, uçları açık felsefî bir sav değildir. İslâm, siyasal talepleri olan yaşam tarzı anlamında bir dindir. İslam, felsefîk zeminde kabul edilme talebinden ziyade sosyal hayata siyasal yön verme amaçlıdır. İslâm, çağı şekillendirmeye dönük yüzüyle de yaşamın tümüne hitap eder. Bu noktadaki tespitimiz, modern bir tezahür olarak ortaya çıkan seküler/laik, demokratik kabul ve tasavvurların İslam’la alakasının olmadığıdır. Bu paradigmalar İslâm’a taban tabana zıttır ve ayrı tabiata sahip olmaları cihetiyle İslam’a göre meşruiyetleri de söz konusu değildir.
Gelinen noktada önemli bir sorun, günümüzde batı eleştirilerinin dahi çoğu kez batıcı bir zihniyet zemininden kalkarak yapılmış olmasıdır. Doğu eleştirileri için de bu ironi söz konusudur. Oysa zihniyet değişimi ve bilinç meselesi atlanarak yapılan değerlendirmelerin şerh düşmekten öte bir anlam ifade etmediği ve belki meşrulaştırma riski taşıdığı ortadadır.
İslam, meseleleri, bölünmüş bir bilinçten ziyade bütüncül bir Kur’an okumasıyla ele almamızı emreder. Seküler tasavvurun, sorunları, dinî ve dünyevî ayrımı üzerinden değerlendirme telkini fasit bir okumadır. Coğrafî bir ayrışmadan öte zihniyet boyutuna işaret etiğimiz bu durum, doğunun da batının da açmazıdır. İslam ise tevhidî okumayı emreder ve sorumluluklarımızı din işleri dünya işleri; din ile siyaset ayrımı diye cüzlere/parçalara ayırmamızı kabul etmez.
Modern bütün siyasî kavramların arkasında derin bir teolojik espri yattığı unutulmamalıdır. Bu riskin farkında olması gereken Müslümanların modern siyasî paradigmaların ve de mistik heyulanın ardına takılmaması gerekir. İman ve tevhid tasavvuru her an yeniden vahyin ölçüsüne vurulmalı, peygamberimiz (as)’ın örnekliğinin gözetilmesi asla ertelenmemelidir. Hakikat, kevnî, aklî ve naklî bütünlük içerisinde ele alınmalıdır. Bu süreçte, yaşanılan anı, çağı, doğru kavrayacak bir tecdit bilinci ihya edilmelidir. Bugün doğuya da batıya da söyleyecek sözü olan İslam’ın yeniden tarih sahnesine çıkması ancak canlı tutulacak tecdit bilinciyle mümkündür.
- Allah, iman ve tevhid kavramları ile insanlara sosyal, siyasal veya toplumsal vaadlerde bulunur mu? (bulunuyorsa) İman veya tevhidin bu anlam ve içerikten sıyrılmasının arka planında nasıl bir din/ilahiyat düşüncesi yatmaktadır?
Bu sorunuzun cevabı din kavramının anlamıyla doğrudan alakalıdır. Kur’an’da dine yüklenen genel mana çerçevesinde farklı dinlerin olduğu bir gerçeklik olarak kabul edilir. Dinlerin birbirine benzeyen çokça yönlerinin olması, hakikat tanımlamasında sonuca götürücü olmasını gerektirmez. Kur’an’da hak dinin sadece İslam olduğu bildirilir ve bu, bir bütün olarak yaşam tarzı anlamında tarif edilir. Bu manasıyla din, pratiğimize yön veren; iktisadî, sosyal, siyasal düzeni şekillendiren emirler bütünüdür. Yaşamın toplamına karşılık gelen din, hem bireysel hem de toplumsal boyuta sahiptir.
İslam itikadı, “imanın mutlak olarak gerektirdiği yükümlülükleri, zamana bağlı yükümlülükler gibi görmez.”2 Tevhid bu imanın hem önsözü hem de son sözüdür. Tevhid, tarih boyunca ezber bozan bir müdahale olarak her bozulma döneminde yeniden hatırlatılmıştır. Bugün yeni bir peygamber ve yeniden bir vahiy gelmeyeceğine göre iman ve tevhid kavramlarını aslî anlam ve içeriğinden soyutlayarak Protestan bir okumaya tabi tutmak, olsa olsa günümüze özgü yeni muharref bir yaklaşım olabilir.
Burada temel sorun, iman ve tevhidin anlam ve içeriğini Kur’an’ın dışındaki referanslarda aramaktır. Yine burada sorun, hakikat kavramının buharlaşması ve bu hakikatin neliğinin bilinmez olmasıdır. Bu zeminde dinlerin doğruluk iddialarının bir diğerine göre tespiti, dinin ideoloji seviyesine indirilmesi demektir. Müslümanlara göre dinin sahibi Allah’tır ve etki alanını belirleyen de yine O’dur (cc). Bu zeminde ahlâkı Kur'an'ın kendisi olan bir Peygamberin (as) şeriatının müdahil olmadığı bir alan düşünülebilir mi?
İslam dininin bilgisel zemini olan Kur’an, fıtrat, akıl ve nakle dayalı verili durumu ayetler olarak işaret eder. Bu ayetler tevhidi gösterir. Kur’an, bilgi ve varlığın temel parametrelerini göstermesi itibariyle özgündür. Bu yönüyle de Kur’an, insan yaşamında zaman ve mekân boşluğu bırakmaksızın ilkeler vazeder ve bu ilkeler doğrultusunda amaçlar belirleyip hedefler gösterir.
İslam’ı disiplin bağlamında hiçbir bilgisel zeminle kayıtlı olmayan mistisizm karakterli inanışlarla ve senkretik bir harmanlamanın ürünü din anlayışlarıyla kıyaslamaya kalkanlar, insanlığa, sosyal, siyasal içerikten mahrum bir din sunmaktadırlar. Bu yeni dinin Allah’ın dini olan İslam’la alakası yoktur. Bunlar olsa olsa Protestan din anlayışından neşet eden şeriatsız dinler olabilirler. Bu fasit durum, tıpkı Aziz Paul’ün geliştirip Hz. İsa’nın ümmetini yozlaştırdığı şeriatsız din kavramı gibi din ile şeriatın birbirinden ayrılmasına kadar varabilir. Çünkü Allah’ın emrinin sadece “din”i kurmak, ama şeriatı reddetmekle ilgili olduğu düşünüldüğü takdirde Müslümanlar da Hıristiyanlar gibi şeriatı önemsiz, kurulmasını gereksiz bulabilirler. Ellerinde kalacak olanlar sadece bir takım akide ve inanç ile bazı ahlâk kuralları olabilir.3
İslâm’ı salt bir kısım ahlâk kurallarından ibaret görmek, bilmemek değilse şayet tahrife yeltenmektir. Şâtıbî şeriatı tanımlarken şunları söylüyor: “Şerîat, kulun dünya ve âhiret işlerini en üst düzeyde gerçekleştirebilmesi için gerekli olan her şeyi getirmiş ve açıklamıştır. Hiç bir yeni olay yoktur ki, şeriatte ona dair bir hüküm mahalli bulunmasın; bu mümkün değildir. Dolayısıyla da “meskûtun anh” yani hakkında sükût geçilmiş bir şey yoktur.”4
Allah (c.c.) nihaî olarak şöyle buyuruyor;
“Sonra da seni din konusunda şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma.”5
Bütün bozulmalar, doğru bir Allah inancından uzaklaşmayla başlar. Doğru bir Allah inancı, imanı telkin eder. Sahih iman, tevhid odaklıdır. Hayatın her alanında adalet merkezli bir sulh da ancak tevhid inancının egemen olmasıyla mümkündür. İman ve tevhid kavramlarının müdahale alanlarını sınırlayan anlayışlar dinî olmaktan öte batılı problematik etrafında çözüm arayışı ve dolayısıyla faydacı ilahiyattan beslenen siyasal hareketlerdir. Bu teoloji denemeleri ne amaç ve ne de yöntem itibariyle peygamberlerin getirdiği mesaj ile örtüşür. İlgili tahrifatlar, epistemik zeminleri, amaçları, yöntemleri itibariyle dinsel metinlerden esinlenen beşerî doktrinlerdirler. Ancak vahye dayalı bir din olan İslam’ın ilkelerinden uzak oldukları gibi amaçları ve hedefleriyle de bir ilgileri yoktur. İslam beşerî ideolojilere eklemlenmez ve eklemlenmeyi de kabul etmez. Zira dinin sahibi Allah’tır.
Allah’a hamd, dostlarına selam ediyorum.
Bu Makale Ayrıca Nida Dergisinin Mart-Nisan 2012 Sayısında da Yayınlanmıştır.
Dipnotlar:
1- Geniş bilgi için bkz. Ramazan Yazçiçek, Dinsel Çoğulculuk, Ekin Yayınları, İstanbul 2008.
2- İbni Teymiyye, İman Üzerine, Türkçesi: Salih Uçan, Pınar Yayınları, İstanbul, 1994, s. 95.
3- Mevdudi, Tevhid Mücadelesi, Türkçesi: Ahmed Asrar, Pınar Yayınları, İstanbul, 1985, c: 1, s. 306-307.
4- Şâtıbî, el- Muvafakat, Türkçesi: Mehmet Erdoğan, İz Yayınları, İstanbul 1990, c: 1, s. 42, 165.
5- Casiye, 45/18.