Önümüzdeki dönemin iki gündem maddesi var: Ortadoğu'da siyasi rejimler ve muhtemelen haritalar değişirken, bölgenin alacağı şekil ne olacak? Diğeri, Türkiye yeni bir anayasa talebini öne çıkarırken, ilk defa sivil sıfatını kazanması beklenen anayasa nasıl yapılacak? İki konu birbiriyle ilgisizmiş görünüyorsa da, gerçekte pek yakından ilgilidir.
Çünkü bütün bölgede taşlar yerinden oynarken, farklı toplumsal grupların (din, mezhep, etnik ve sınıfsal) bir arada yaşaması ancak icap ve kabule dayalı "yeni bir toplumsal sözleşme"nin akdedilmesiyle mümkün olacaktır.
Bu konuda Müslümanların bazı zihni tutumlarını gözden geçirmesi gerekse de, asıl büyük zorluğun laik Batıcı kesimlerden geleceğini söylemek haksızlık olmaz. İlk işaretler geldi bile. Bizim AB'cilerimiz, uzlaşma, mutabakat, sözleşme gibi terimleri tümüyle gereksiz görüyorlar, onlara göre AB zaten düşünülmesi gerekli ne varsa hepsini düşünmüş, formüle etmiş, kâğıda dökmüş bulunuyor. Bizim yapmamız gereken şey, bunları olduğu gibi iktibas etmemizdir. Ama Tanzimat'tan beri hep Batı'dan iktibas ediyoruz da, neden (a) bir türlü sorunlarımızı çözemiyoruz, çözmek bir yana giderek ağırlaştırıyoruz ve neden (b) bir türlü bağımlı olmaktan kurtulamıyoruz, Batı ile aramızdaki mesafe sömürü katsayısına göre giderek açılıyor? AB'cilerimizin ve liberal yazarların mutlaka bir açıklaması olmalı.
Belki bir dönem iktibaslar makul görülebilirdi. Ancak bugün iktibas ettiğimiz paradigmanın kendisi sarsıntı geçiriyor. Mahiyeti itibarıyla "din-dışı (seküler)" olan düşünceler, "dinîleşmiş", bir tür dogmalaşmış durumda. Din açısından "ana maksadlar", zamana bağlı vaz'edilmiş bulunan tarihsel ve dönemsel hükümler hayatiyetlerini kaybettiklerinde, yapılması gereken şey, fikrin ilk kaynağına dönmek; evrensel ve ebedi boyutlarda neyin amaçlandığı sorusunu sormaktır. İslami düşünce bunu 150 yıldır yapıyor. Laik aydınlanma ise kendinden şüpheye bile düşmüyor. Oysa deneysel olarak biliyoruz ki, dinî tefekkürde olduğu gibi seküler ideolojiler ve düşünce biçimlerinde de dogmatik eğilimler söz konusu olabilmektedir. Dolayısıyla laik düşüncenin temel sorunu kendini dogmatikleştirip mutlaklaştırmasıdır.
Yeni bir anayasa metni üzerinde düşünürken, dindarlara nassı dogmalaştırmamaları yönünde gerekli uyarıları yapalım; ama laiklerin de ideolojilerini birer dogma olarak topluma empoze etme alışkanlığını bir kenara bırakmaları gerektiğini hatırlatalım. Bu, zihnin geri planında yatan esaslı bir illet olduğundan üzerinde önemle durma zarureti var. Mesele şu ki, laik aydınlarımız ne bu kavramları tanırlar ne toplumsal siyasi kültürel kodlar üzerindeki etkisini kabul ederler.
Biz, birçok terim yanında "dogma"yı da Avrupa'nın dinî ve düşünce tarihinden ödünç aldık. Eğer kökenleri Kur'an ve Sünnet'te var ise, İslami temel hükümlere işaret eden lafızların her biri sadece "nass"tır. "Nass" ile "dogma" arasında mahiyet farkı var. Nass'ı vaz'eden, kendini hatasız, yanılmaz (layuhti) sayan beşer zihni değil, İlahi vahyin kendisi veya İlahi vahyin koruması ve yönlendirmesi altında tebliğ eden ve tebliğ ettiklerini beyan eden Peygamber'dir. Her nass, akıl tarafından kavranır, okunur ve anlaşılır; bu karakteristik özelliği dolayısıyla da birden fazla okuma biçimine, tevil ve tefsire ya da farklı içtihatlara açıktır. Hatta denebilir ki, nassların maksadlarından biri aklı özgürleştirmektir. Dogma ise, beşer zihninin İlahi, kutsal ve mutlak bağlayıcı bir forma büründürülerek eleştirel akla rağmen insanlara empoze edilen, sorgulanması, test edilmesi günah ve yasak olan yargılardır.
Dinî nasslara karşı eleştirel düşünmeyi önerenlerin kendileri de bir türlü doğruluklarından ve kesinliklerinden kuşkuya düşmedikleri ve hep iktibas edegeldikleri kaynakları kritik etmeyi göze almalılar. Ortadoğu yeni bir şekil alırken ve Türkiye yeni bir anayasa hazırlığı içine girmişken, bu kritik süreci "Batı'dan iktibas edelim, sorunlarımızı çözelim" deyip meseleyi bir oldu bittiye getirmemek gerekir. Aksi halde eski tas eski hamam, bildik düzen devam edecek.
ZAMAN