Geçen gün bazı gazetelerin önem verdiği bir haberdi: DTP Muş Millitvekili Sırrı Sakık hakkında, seçim mitinginde Kürtçe "Bana su getirin" dediği için fezleke hazırlanmış.
Artık –nihayet!- Türkiye'de de insanı gülümseten bir fezleke ile karşı karşıya olduğumuz muhakkak. Söz konusu suçlama "Kürt sorunu" tartışmasının ancak "folklor" hanesine yazılabilecek niteliktedir. Ayrıca belirtmek gerekir ki, bu suçlamaya neden olan fiilin "Kürt sorunu" çerçevesinde artık kimseyi ilgilendirmediği de besbellidir. Yani: "Sorun"a ilişkin tartışma artık öyle yerlere ulaşmıştır ki, Kürtçe "Bana su getirin" denmesi-denmemesi-denememesi, açıkcası, fezlekeyi hazırlayanların dışında artık hiç kimseyi ilgilendirmemektedir. Yani o derece "çağdışı" !
İki hafta önce bir hafta sonunu Diyarbakır'da geçirdim. Diyarbakır Barosu'nun düzenlediği "Sivil Anayasa Arayışı" konulu toplantıyı izleyip, son gününde söz de aldım. Diyarbakır'a gitmeyeli epey zaman olmuştu. Dolayısıyla, taze gözlemlerle "Sorun" hakkındaki düşüncelerimi gözden geçirme fırsatı buldum.
Birçoğunuzun bildiği gibi, Diyarbakır son derece "politize" bir şehir. Şehrin-şehirlinin bu öz- niteliği büyük şehirlerimize hâkim olan depolitizasyon ve sahte-politizasyon hatırlandığında insanın çok hoşuna gidiyor doğrusu...
Toplantı dolayısıyla tanıştığımız Diyarbakırlı yeni simalarla bir esnaf kahvesinde yürüttüğümüz tartışmanın düzeyinin, zamanının Atina'sının "agora"sında olup bitenden aşağı kalır yanı yoktu herhalde. Çok farklı eğitim-öğretim yollarından geçerek birbirini bulan insanların oluşturduğu bu "kahve cemaati"ne kulak verince, insanın ereğine ulaşabilmesi yolunda "Siyaset"in vaçgeçilmez bir düşünce ve pratik olduğu üzerinde ısrar eden eski Yunan'a hak vermemek imkansızdı.
Sizi bilmem ama, "Siyaset"ten ciddi olarak heyecanlanan bu arkadaşlarla tanışmak, beni de heyecanlandırdı. Şaka, neş'e ve kahkahanın da hiç mi hiç ihmal edilmediği -gerçekten- sahici bir meclisteydik.
Neyse, isterseniz artık "kahve faslını" bırakıp "Sivil Anayasa Arayışı" toplantısına gelelim:
Pek çok değerli bilim, fikir ve siyaset adamının katıldığı bu toplantıda da söylediğim gibi, ülkenin gündemine şöyle bir girip-çıkan bu "sivil anayasa" arayışının zamanlaması bana doğru bir seçim gibi gelmiyor. Çünkü görüyoruz ki, "sivil anayasa taslağı"na ilgi duyanlar, bu taslağı hazırlayan bilim adamları ve "bir avuç aydın" dışında sadece Kürtlerdir. Üstelik onlar da ilgi duydukları bu taslağı beğenmiyorlar. Ortada anayasal sistemi ciddi bir biçimde reforme edecek, "devlet merkezli bir anayasadan birey merkezli bir anayasaya" geçişi sağlayacak bir taslak var, ama kimsenin (buna taslağın siparişcisi AKP de dahil) kılı kıpırdamıyor. Kürtler hariç, ama onlar da taslağı karşılarına alarak...
Demek ki dedim (diyorum), "anayasal sistemimiz"in bugünkü hali, Anayasa'nın kötü kaleme alınmış olmasından kaynaklanmıyor. Belki de tam tersine, demokrasi-insan hakları- özgürlükler ile bağdaşmayan bütün uygulamalar orijininden itibaren siyaseti "hizmetçi" konumuna sokmaya çalışmış (yani biraz, Batı Ortaçağ'ının "felsefeyi teolojinin hizmetçisi kılması" gibi bir şey) "devlet"in marifetleri. Yani Anayasa'nın bu işteki günahı belki tahmin edilenden de az.
Toplantıda bu "tezimi" şu örnekle de desteklemeye çalıştım:
1924 Anayasası, 24-50 arasındaki Tek Parti rejimine olduğu gibi 50 sonrası çok partili "anayasal sistem"e de analık etmedi mi? Çok partili hayata geçmek için yapılan tek değişiklik "Seçim Kanunu"nun değiştirilmesi değil miydi?
Şaşılacak bir durumdu gerçekten. Bir anayasa, tek partili bir rejime olduğu gibi çok partili bir rejime de analık edebilir mi? "İkinci Cumhuriyet"in -tabii ki yeni anayasası ile- asıl 1950'de zuhur etmesi gerekmez miydi? Yabancı kimi diyarlarda bu şekilde bir rejim değişimliği bile yaşanmadan anayasalar ard arda dizilirken, bizim 24 bu köklü dönüşümü nasıl taşıyabiliyordu?
Demek ki, aslında 82 Anayasası ile de daha hür bir "anayasal demokrasi" yükseltebilmemiz mümkün. Yeter ki ülkedeki siyaset "devlet merkezli olmaktan çıkıp toplum merkezli" hale gelebilsin.
Yanlış anlaşılmasın; 82 Anayasası'nın yerini bir an önce yenisine terketmesi benim de dileğim. Benim korkum, ülkede her şey yerinde dururken "sivil anayasa"dan mucizeler bekleyen toplumsal bir ruh haline girmemiz. Daha açıkçası, "mucizeler"i siyasetten değil de bir ana yasadan, dolayasıyla "hukuk"tan bekler duruma gelmemiz.
Diyarbakır'dan dönerken aklımdaki cevabı zor sorulardan birisi buydu. Hepsi bu değil, başka sorular da var, onları da aktarmak istiyorum.
Yeni Şafak