Çıktığından beri Taraf gazetesinde yazan Orhan Miroğlu'nun Radikal İki'de yayımlanan “Beş nolu bellek” adlı yazısı önümde.
Yazar, basında şöyle bir yer alıp unutulan “Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu”nun kuruluşu dolayısıyla birkaç yıl geçirdiği bu cehennemi hatırlatıyor. Yazısına şöyle başlamış Miroğlu:
“12 Eylül'le hesaplaşmak için, Diyarbakır Askeri Cezaevi dosyası açılmalı. Bu cezaevinden sağ-salim kurtulanlar, artık ortak bir belleğe sahiptirler. Tıpkı Gulag gibi, bu belleğe, 'kolektif, geleceğe taşınabilen ve hak talep eden bir bellek' olması nedeniyle 'Beş Nolu Bellek' de diyebiliriz. Beş nolu cezaevinde birkaç yıl kaldım...”
Diyarbakır Askeri Cezaevi'nin “Gulag”a, yani Stalin döneminin Sovyetler Birliği'nin içinden milyonların geçtiği zorunlu çalışma kamplarına benzetilmesi ile -yanılmıyorsam-ilk kez karşılaşıyoruz. Soljenitsin'in “Gulag Takımadaları” adlı dev eseriyle bambaşka bir biçimde dünyanın önüne getirdiği bu kamplar, tabii ki, “sakinleri”nin sayısı (10-15 milyon arası tahmin ediliyor), işlevi, arkasındaki ideoloji açısından “Diyarbakır”dan çok farklıydı. Ama Miroğlu haklı; sonuç olarak, totaliter sistemler Stalin rejiminin “Gulag”ı, nazi rejiminin “ölüm kampları”ı, 12 Eylül rejiminin “Diyarbakır”ı (ve onlarca benzeri) gibi “kamplar” olmadan yapamıyor.
“Diyarbakır” ile “Gulag” arasındaki şu farkı da belirtmek gerekir: Hiç şüphesiz, Gulag Takımadaları'nda da “işkence” eksik değildi. Rusya'da son çar döneminde son verilen işkence, bu kampların ahalisine de (“zek”) uygulanıyordu. Ama benim bu konuda bildiklerim, bu işkencenin “Diyarbakır”da karşımıza çıkan cinsten bir şey olmadığına işaret ediyor. Gulag'ta karşımıza çıkan işkence daha çok “itiraf” (daha çok “halk düşmanı olduğunu kabul yönünde”) elde etmek ve de uç durumlarda “kamp”ın disiplinini sağlamak içindi. Ama herşeye rağmen, gerek Miroğlu'nun yazısında aktardığı, gerekse Selim Dindar'ın röportajı (Neşe Düzel'e verilen röportaj), Serbesti dergisinin özel sayıları ya da Hasan Cemal'in “Kürtler” kitabı ile bilgi sahibi olduğumuz tablonun bir benzeri ile Gulag'te karşılaşmamıştık.
Yanlış anlaşılmıyordur umarım; sözlerim hengi totaliter rejimin “kamp”ının daha “insaflı” işkence uyguladığını hatırlatmak gibi manasız ve yanlış bir gayret olarak anlaşılmasın. Amacım, işkencenin “Diyarbakır”da -tıpkı bazı Güney Amerika ülkelerinde ve bugün Irak'taki malum cezavinde olduğu gibi- Gulag'takinden farklı bir amaç ve yoğunlukta uygulandığına dikkat çekmekten ibarettir.
Şimdi söyleyeceklerim de yanlış anlaşılmasın: Sovyetler Birliği'nin Gulag sonrası döneminde de, sistemin “rejim karşıtları” adı verdiği muhaliflerinin de “Diyarbakır”dakilerin benzeri muamelelere tabi tutulduğunu duymadık. “Psikiyatri klinikleri”ne kapamak vardı ama ne “köpeğe selam verme” uygulaması, ne de insanların saatlerce kanalizasyon çukurunda bekletilmesi; benzer hiçbir uygulamanın yapıldığını duymadık. Benzer uygulamaların 30'lu yılların ünlü “Moskova duruşmaları”nda bile adı geçmemişti.
Ama bir de “bize” bakın: Gulag yıllarında “tabutluklar” ve “tırnak çekmeler” bizde idi; 12 Mart'ın “Ziverbey”i bizde idi; 12 Eylül'ün bugün hatırlanması bile insanı dehşete düşüren “yöntemler”i bizde idi.
Neden acaba? Bu dehşet verici uygulamaların bir bölümünün “yerli malı” olduğu muhakkak; ama bir de bunun nasıl olup da, kimler tarafından “modern yöntemler”le tamamlandığını soralım kendimize. Ben kendi payıma bu sorunun cevabını, bir zamanlar ülkede dağıtılan süt tozu, yağ ve peynir kutularının üzerinde yer alan “tokalayan iki el” resminde buluyorum. “Benzer yöntemler”in bazı Güney Amerika ülkelerinde de karşımıza çıkması ise, bu tahminimi pekiştiriyor tabii ki.
Orhan Miroğlu'nun kesip bir yana koyduğum yazısını, Neşe Düzel'in (Taraf gazetesi) geçenlerde Altan Tan ile yaptığı röportajı okurken hatırladım ve bulup tekrar okudum. Altan Tan, Kürt meselesinin çözümü yolunda atılması gereken adımları sıralarken “onuncu madde” olarak şöyle diyordu:
“Diyarbakır Askeri Cezaevi kapatılmalı, bir insanlık ve kardeşlik müzesi haline getirilmeli. Bu yaraların sarılması, toplumsal barış için çok iyi olur.”
Biliyorsunuzdur muhakkak: Altan Tan'ın babası da bu cezaevinde öldürülmüştü.
Altan Tan'ın söz konusu cezaevini atılması gereken adımlar listesi çerçevesinde hatırlaması çok yerinde bir seçim. “İnsan haysiyeti” dediğimiz ve doğal hukukun temeline yerleştirdiğimiz değer eğer yarım ton kömür, bir çuval un, iki doktor ziyareti ve hatta sigortalı filan da olmak şartıyla bir “iş”ten ibaret değilse “onuncu madde” acilen uygulanmaladır. O cezaevi orada durdukça, kime ne anlatabilirsiniz? Ayrıca ben, cezaevinin istikbaline ilişkin Tan'ın getirdiği öneriyi de yetersiz buluyorum. İnsanlara b.. yedirilen bir zindan niçin “kardeşlik müzesi” haline dönüştürülsün ki... Bir ders çıkardığımızı anlatabilmek için yıkalım gitsin...
“En zor soru”ya tam olarak yine yaklaşamadık.
Yeni Şafak Gazetesi