Bejan Matur, insanın gönlünü yerle bir eden sonra yeniden inşa eden yazılar yazmak dışında işlere de imza atıyor. Hafta sonu onun öncülüğünde kurulan Diyarbakır Kültür Sanat Vakfı'nın açılışı için Diyarbakır'da idik.
İki gün Diyarbakır'ın havasını soluduk, suyunu içtik, insanlarını tanıdık. Kadim şehirler, bakmasını bilene çok şey anlatıyor ve öğretiyor. Diyarbakır kalın bir antik çağ kitabı gibi dikkatle ve saygıyla okunmayı ve bilinmeyi hak ediyor.
Çok yer görmüş biri olarak söylüyorum: Diyarbakır dünyanın en vakûr şehirlerinden biri. Şehir medeniyet demek. Medeniyet incelmiş, derinlik kazanmış bir toplumsal hayatın mekânı. Diyarbakır'ın asaleti, şehri kuşatan surları gibi dimdik ayakta. İnsanları da öyle. Bu şehri terör vahşeti ile birlikte ananlar, bir suizanna teslim olmuşlar.
Kırklar dağı, efsanelerle gerçekler arasındaki farkın sembolü olabilir. Bana gösterdiklerinde "Bunun neresi dağ?" demiştim. Anadolu'nun yüce dağlarıyla mukayese edildiğinde bir tepe bile sayılmaz. Diyarbakır'ın üzerinden abartılan sorunlar da böyle. Yıllar yılı önce küçük sorunları dağa dönüştürmüş, sonra etrafında dolanmış durmuşuz. Türkiye'nin dev sorununu çözmek, Kırklar dağını en kestirme yoldan aşmak kadar kolay.
Bu kolaylığın sırrı, şehrin her şeye rağmen ayakta duran tarihî kimliğinde var. Ulucami'nin avlusu zaman mefhumunu ve zamanın getirdiği ayrılıkları unutturuyor. Farklı dinlere mabed olarak hizmet etmiş bu mekân, son olarak dört mezhebi bir avlunun etrafında bir araya getirmiş. Dünya geçmişte de farklı olanların bir arada yaşadığı bir mekândı. Her devirde çıkar çelişkilerini kanlı çatışmalara dönüştüren düşmanlıklar yaşandı. Bugün farklı olmaktan düşmanlık çıkartmak için hafızanızın bir ulus devletinki kadar sınırlı, milliyetçilikler kadar karanlık ve bulanık olması lâzım. Ulucami'nin avlusunda donmuş kalmış bir zaman var. Bugün, işte o zaman olmalı.
Türkiye bir devri geride bırakmalı. Herkesin tek tip giyindiği, aynı türküyü söylediği, aynı şekilde yürüdüğü, aynı dili konuştuğu ve aynı şekilde düşündüğü bir ülke hayali uğruna nice canlar telef oldu. Bu kadar sevimsiz ve ruhsuz bir ülke hayal etmek feraset eksikliği idi. Bugün Diyarbakır'ın Diyarbakır olarak yer aldığı bir Türkiye hayalini elbirliği ile geliştirmeye ihtiyacımız var. Aslında bu bir hayal değil, zaten var. Sadece birileri bu gerçeği idrak edemiyorlar.
Türkiye'nin "Kürt sorunu" ağırlıklı olarak bir Kürtçe sorunu. Devletin bu alanda sınırlamaları kaldırmanın ötesine geçip pozitif roller üstlenmesi lâzım. Bu alanda aşılması gereken çok uzun bir mesafe var. Dil sorununu bir taviz alanı olarak görmek ve genişleyen özgürlükleri bir koz olarak değerlendirmek yanlış. Dönüp dolaşıp Kürtçeye dayanan bütün pratik sorunların tek bir hamlede çözülmesi şart. Bunun tek ölçüsü ise anadili Kürtçe olanların kendi dillerinin kullanımıyla ilgili ihtiyaçları. Kürdoloji Enstitüsü kurulması ile, hastanelerde Kürtçe tercüman bulundurmaya ve yer isimlerinin iki farklı dilde kullanılmasına kadar bütün ihtiyaçlar.
Diyarbakır'ın içinde farklı Diyarbakırlar var ve Diyarbakır'la birlikte Türkiye de değişiyor. Bu yaz gezdiğim Güneydoğu illerinde, Türkiye'nin değişimine Mülkî İdare'nin öncülük ettiğini gördüm. Halka mesafeli ve soğuk devletin yerini, Mülkî İdare ve polisin şahsında sevimli ve sıcak bir devlet almış. Halkın içinde halktan biri gibi dolaşan Diyarbakır Vali Yardımcısı Ahmet Aydın'ın, kurduğu diyaloglar ile, eskisinden çok farklı bir devleti temsil etmesi, istisnaî bir örnek değil; Mülkiye sınıfını bütünüyle yansıtıyor.
24 yıldır aynı yöntemleri ısrarla uygulayanların her şeye tersinden bakmayı denemeleri lâzım. Türkiye'nin bir Diyarbakır sorunu yok. Diyarbakır'ın bir Türkiye sorunu var. Bu sorunu yaratanlar da bütün özgürlükleri yasaklayarak, temel hakları sınırlayarak ve baskı kurarak Türkiye'yi tek parça halinde tutacağını zannedenler. "Kürt sorunu" dediğimiz sorun da Diyarbakır'da var olan bir sorun değil; bu sorun Ankara'da ve onların değişmesi ile çözülecek.
ZAMAN