Diyanet Neden Hedef Alınıyor ?

Bu ülkede Diyanet’i kaldırmayı vaat etmek parti kapatma nedeni sayılmıştı. Peki şimdi ne oldu da; Diyanet rejimin emrinde, devletin istediği fetvaları verirken bu kuruma ses çıkarmayan çevreler şimdi Diyanet’i ve Mehmet Görmez’i hedef alır hale geldiler?

Diyanet neden hedef alınıyor ?

Muharrem Coşkun / STAR

Son günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı’nı ve Başkanı Prof. Mehmet Görmez’i hedef alanlar, hem temsil ettikleri mahalle, hem de yaklaşımları itibari ile şaşırtıyorlar. Oysa 91 yıllık tarihi boyunca Diyanet’i daha çok ‘muhafazakar’ ve ‘İslamcı’ çevreler eleştirir, tam tersine Kemalistler, statüko ve rejim yanlıları savunurlardı. Hatta bu ülkede Diyanet’i kaldırmayı vaat etmek parti kapatma nedeni sayılmıştı. Peki, ne oldu da rejimin emrinde, devletin istediği fetvaları verirken, hutbelerini bile bir albaya imzalatırken Diyanet’e ses çıkarmayan çevreler şimdi bu kurum ve başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’i hedef alır hale geldiler?

İsterseniz bugün yapılan tartışmaları daha iyi anlamak için biraz daha gerilere -Cumhuriyet’in ilk yıllarına gidelim. Bilindiği gibi, Diyanet; Cumhuriyetin ilanının üzerinden bir yıl geçmeden, 3 Mart 1924 tarihinde Meclis’te ivedilikle görüşülerek kabul edilen üç kanundan (429, 430,431 sayılı kanunlar) biriyle yasal statü elde etmişti. Aynı gün çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile medreselerin kapatılması, Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılması, Halifenin Hal’i emrediliyordu. Evkaf ve Şer’iyye Vekaleti’nin yerine ihdas edildiği belirtilen Diyanet İşleri Reisliği’nin yetki alanı tartışma götürmeyecek derecede de daraltılmıştı.

Rejimi meşrulaştırma

Prof. Bülent Tanör, Diyanet’in, bundan sonra izleyeceği konumu şu şekilde açıklayacaktı: “Diyanet İşleri Başkanlığı, teknik bir kamu hizmeti kuruluşu olarak çalışıyor, rejimin talepleri doğrultusunda dinin kişiselleşmesine katkıda bulunuyordu. Yetkileri sınırlıydı, ruhani bir otoritesi yoktu. İslami kurallar öneremez, teolojik araştırma yapamazdı, dinsel mülk sahibi değildi. Kısacası Diyanet, laikleştirme politikasına dinsel meşruluk kazandırma görevini yüklenmişti. Devlet, dinin siyasal ve toplumsal alana karışması olasılığına karşı Diyanet’i kullanmaktaydı” (Tanör, Kuruluş Üzerine 10 Konfarans, Der 1996) 

3 Mart 1924’de kabul edilen, Siirt Mebusu Halil Hulki Efendi ve 50 arkadaşının imzasını taşıyan kanunun gerekçesinde yazanlar ise daha da çarpıcıydı: “Din ve ordunun siyaset cerayanlarıyla alakadar olması bir çok mehaziri dâîdir. Bu hakikât bütün medenî milletler ve hükümetler tarafından bir düstur-i esasi olarak kabul edilmiştir..!” (TBMM Zabıt Ceridesi, 2. Devre, c.7, s. 23) Kanundan da anlaşılacağı üzere, Diyanet ve Genelkurmay eşit statüde ve ikisinin de siyaset dışı kalması ilkesiyle kurulmuştu. İsmet İnönü de “Biz diyoruz ki, dinler vicdanlarda ve mabetlerde kalsın, hayata ve dünya işlerine karışmasın, karıştırmayacağız.” ifadeleriyle Diyanet’e biçilen rolü özetliyordu.

Diyanet ve siyaset

Diyanet İşleri Başkanlarının, başbakanın önerisiyle Cumhurbaşkanına atandırılması, teşkilatın üst düzey yöneticilerinin Bakanlar Kurulu tarafından atanması, kurumun, müdahaleye açık olduğu eleştirisini de gündeme getirmekteydi. Osmanlı’da ise Şeyhülislamlık makamı halifelik, padişahlık ve sadrazamlıktan sonra devletin en üst makamı ve itibarlı organıydı. 19.yy ortalarına kadar da eğitim, adliye ve vakıflar bütünüyle ona bağlıydı. 1920-1924 arası dahi Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti’nin statüsü bakanlık düzeyinde bir kurumdu. Bakanlar kurulu listesinde ise Başbakan’dan hemen sonra Meclis Başkanı konumunda zikredilmekteydi. 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan kanun ile işte tüm bu etkileri de daraltılmıştı. Hatta ‘Umur-i Diniye Reisliği’ tekliflerine karşı çıkılarak ‘Umur-i Diyaniye Reisliği’ denilmesi benimsenmişti.

Kanun Diyanet’e üç görev ve yetki alanı tanıyordu: 1- İslam Dini’nin inançları, ibadet, ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek. 2- İbadet yerlerini yönetmek 3- Din konusunda toplumu aydınlatmak... Dinin en önemli alanlarından olan Muamelat (hukuk) ve  (Ahkam) hükümlerin yürütülmesi ise görevleri arasından alınmıştı. İzleyen yıllarda, 1928’de Anayasadan İslam’ın çıkarılmasıyla da, görünüşte din devletten ayrılmıştı ayrılmasına ancak, asıl sorun bundan sonra başlamıştı. Zira dinin devlete karışmasına müsaade edilmeyeceği, ancak devletin dine dilediği gibi müdahale edebileceği yeni ve uzun bir süreç başlamıştı. Bunun için de işe; dinin madebe hapsedilmesi çalışmalarıyla başlanmış, dili ve özüyle oynanmak istenmiş, bu, ‘Türkçe Kur’an, Türkçe Ezan, Türkçe Tekbir, Türkçe Sela, Türkçe Hutbeyle’ halka yansımıştı. 1932 Ramazanında devlet eliyle uygulamaya sokulan bu talimatlarda dönemin Diyanet Reisi Rıfat Börekçi imzası vardı.

Emredersiniz dönemi

Medreselerin kapatılmasında, Hilafetin kaldırılmasında, Şapka devriminde Diyanet’e görev verilecek ve yapılan ‘devrimlere itaat edilmesi’ hutbe ile anlattırılacaktı. Örneğin Şapka Devrimine tepkileri dindirmek için okutulan hutbede; “Bugünkü Hükümetimizin emirlerini ifada (yerine getirmede) zerre kadar eser-i te’allül (bahane)göstermemeli can-ü yürekten itaat ve riayet etmeli... Cenab-ı Hak Hükümetimizi ve Reisimiz Mustafa Kemal Paşa Hazretlerini kafee-i umur-i vataniyelerinde, tevfikat-ı sübhaniyesine mazhar buyursun.” denilecekti.

Hilafet kaldırılınca da dönemin İstanbul Müftüsü M. Fehmi Ülgener, verecekleri hutbe hakkında konuşurken, “Başımızda Heyet-i Vekile (Bakanlar Kurulu) ve onların başında da Reisicumhurumuz Mustafa Kemal Paşa vardır. Onların kararlarını başımızın üstünde tutmaya mecburuz. Eğer heyet, ‘Hilafeti ilga edeceğiz’ derse biz de o karara tabi olarak ses çıkarmayacağız.” (İleri, 4 Mart 1924)

Satılan camiler

Din ve dini kurumlarla ilgili gelişmeler bunlarla kalmadı, örneğin camilerle ilgili yapılacak düzenleme de bir başka tartışma konusu oldu. 30 Kanun-ı Evvel (Aralık) 1928 tarihli gazetelerde şöyle bir haber yer alıyordu: “Memursuz kalacak camiler sedd edilecek  ve sedd edilenler satılığa çıkarılacaktır.” İlerleyen yıllarda ise daha da ileri gidilerek, gelir getirmediği için pekçok caminin satılmasına, halkevi, samanlık ve at besleme yeri olarak kullanılmasına karar verilecekti.

 “Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi” başlıklı kitabıyla tanınan Dr. Nazif Öztürk’e göre, cami satışlarının, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki para buhranıyla alakası da yoktu. Öztürk satış gerekçesini, “Camilerin satılışı siyasî bir karardır. Devlet kendi egemenliğinden başka iktisadî ve politik bir güç istememiştir” şeklinde değerlendirecektir. Cami ve mescitlerin satışı o kadar yaygınlaşacaktır ki, 1926-1972 yılları arasında satılan cami ve mescit sayısı resmi rakamlara göre üç bini geçecektir. Satışlardan gayr- müslimler de payını almış, altı kilise ve manastırın satılmasına da karar verilmiştir.

Volk İslam

Bu arada dini eğitim verecek kurumların tamamen ortadan kaldırılmasıyla da her geçen gün din adamı yokluğu kendini hissettirecekti. CHPli tek partili yıllardaki baskıların ardından iktidar olan Demokrat Parti döneminde -12 Aralık 1950 tarihinde, dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin 16923 sayılı raporu, 1940’lı yılların arzettiği manzarayı gayet açık bir şekilde ortaya koyacaktı: “Başkanlığın da bugüne kadar din adamları yetiştirecek mesleki bir müesseseye sahip bulunmaması, bugün memleketin bir çok yerlerinde hakiki din adamı bulmak şöyle dursun, camilerde mihraba geçecek, halka namaz kıldıracak, minbere çıkıp hutbe okuyacak bir imam ve hatip bile bulunamamaktadır. Hatta bazı köylerimizde, ölenlerin techiz ve tekfini ile ebedi istirahatlarına tevdii gibi en basit dini bir vazifeyi ifa edecek kimseler dahi bulunmamakta ve cenazelerin kaldırılmadan günlerce ortada kalmakta olduğu senelerden beri işitilmekte ve görülmektedir...”

Çok geçmeden de ülkede Şerif Mardin’in de tesbit ettiği gibi, “Volk İslam” denebilecek bir model ortaya çıkarılmıştı. Bugün sorun olarak görülen pek çok cemaat ve tarikat yapılaşması Osmanlı’daki gibi ehil insanlar eliyle değil, yeraltında ve medrese görmemiş isimler vasıtasıyla oluşuyordu.

“27 Mayıs’ın faziletleri”

İlk Diyanet İşleri Başkanlığı görevine atanan Rıfat Börekçi (1924-1941 yılları arasında görev yaptı) tarafından yazılan 1200 sayılı 4 sayfa tutarındaki tarihsiz matbu belge, Diyanet İşleri mensuplarını Teyyare Cemiyeti’ne (Türk hava Kurumu) üye olmalarını, destek vermelerini ve halkı desteğe çağırmalarını istiyordu. 6 Ağustos 1945’te Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Ahmet Hamdi Akseki tarafından yayınlanan genelgede de, vaizlerin görevleri arasında Teyyare Cemiyeti de sayılacaktı. 27 Mayıs darbesinin ardından 4 Haziran 1960 tarihli 11467 saylı genelgede de, 27 Mayıs ihtilalinin faziletleri olduğu ve bunun halka anlatılması vaizlerden istenecekti. Aynı istek, 28 Temmuz 1960 tarihli 15811 sayılı ve 29 Haziran 1961 tarih ve 16190 tamimlerle de tekrar edilecekti. Ömer Nasuhi Bilmen’in ardından Diyanet Başkanı olan Hasan Hüsnü Erdem, kendisine yardımcı yapılan emekli general Sadettin Evrin’in hazırlayıp, başkanın adı ve imzasıyla yayınlanmasını istediği, Nurcular aleyhindeki metne karşı çıktığı için, Başkan re’sen emekileye sevkedilecekti. Yine, bir sonraki Başkan İbrahim Elmalı, Devlet Bakanı Refet Sezgin’in, bir tayinle ilgili isteğini geri çevirdiği için jet hızıyla görevden alınacaktı.

Müdahale elbette başkanlarla sınırlı kalmayacak, hutbe ve vaazlara da yansıyacaktı. Örneğin,1960’lı yıllarda dahi halktan gelen binlerce “faiz haram mı” sorusuna Diyanet yıllarca cevap veremeyecekti. 1961 yılında CHP tarafından Meclis’e sunulan ‘doğum kontrolünü teşvik’ için Diyanet’ten ‘olur’ fetvası istenecek Diyanet de ilgili bakanlığa, istenen fetvayı istedikleri içerikte gönderecekti. Kemalist hutbe irad etmek, dualara bile Kemalizmi sıkıştırmak, Türkiye toplumunun Diyanet hocalarında gördüğü olağan hallerden olmuştu. Resmi din hizmeti dışında hizmet veren cemaatler (Süleymancılar, Nurcular.. v.b) hakkında hazırladıkları şikayet raporları da hiç şüphesiz ayrı bir tartışma konusudur.

Rahatsız eden adımlar

Bugün ise, Diyanet tarihinin belki de ender dönemlerinden birine şahitlik ediyoruz. 90 yıllık, dini inkılapların emrine sokma ve ‘devlet yanlış da yapsa buna meşruiyet kazandırma’ gayesi gütmeyen, dinin sadece camilere ve gönüllere hapsedilemeyeceğinin farkında olan, ümmet kavramını gündemine alan ve bu yönde adımlar atan bir Diyanet Başkanlığı söz konusu. Yurt dışında 50 civarında ülkede etkin olması, 87 yıl sonra Afrika’ya yardım götürmesi, Balkanlar’daki ecdat yadigarı eserlerin onarımını gündeme alması, Diyanet Başkanı Prof. Mehmet Görmez’in statükocu - içe kapanık - ‘lokal’ bir Diyanet anlayışını kısmen de olsa değiştirmiş olması, Başkanlığı döneminde Diyanet’in yıllarca ihmal edilmiş misyonuna önemli katkılar sunması birilerini rahatsız etmiş olabilir. Yine bugün ulusal güvenliği tehdit ettiği, daha da önemlisi İslam Dini’ni ‘otorite’ olarak gördüğü emperyalizm ve Siyonizmin hizmetine evirme gayreti içinde olduğu açığa çıkan paralel örgüte karşı duruşu da, hedef haline getirilmesinde itkili olmuş olabilir. Zira çok değil, bundan 15 yıl önce tek merkezden ezan, hutbe ve vaaz uygulamasına, hutbelerin bir albay denetiminden sonra camilerde okutulmasına (28 Şubat süreci) itiraz etmeyenlerin, bugün yaptığı kampanya manidardır.

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!