Cumhurbaşkanı Erdoğan, Temmuz ayının ilk haftasında Cuma Namazı çıkışında gazetecilerin sorularını yanıtlarken Suriye ile yeniden diplomatik ilişki kurma isteğini kamuoyu önünde ve alenen ifade etmiş, Türkiye – Hollanda maçı sonrası Fransa’dan dönerken ve daha sonra türlü vesilelerle “Türkiye – Suriye ilişkilerinin geçmişteki gibi bir noktaya getirilmesi için Sayın Esed’e resmi davet yapılacağı” bilgisini en üst seviyede paylaşmıştı.
13 yıldır Suriye’de yaşanan gelişmeler ve bu gelişmeler dolayımında Türkiye – Suriye ilişkilerinin geldiği aşamaya bakınca böyle bir çağrı haklı olarak büyük bir şaşkınlığa sebep oldu.
Türkiye’nin ahlaki pozisyonundaki üstünlüğüne rağmen daha evvel BAE, Mısır ve Suudi Arabistan’la bozulan ilişkilerin düzeltilmesi için attığı adımların benzerini Suriye’de de tekrarlaması, Türkiye’nin bölgesel ve tarihi ağırlığı ile uyumsuz bir diplomatik tarz ve üslup sorunu şeklinde eleştirildi. Cumhurbaşkanının bu söz konusu ülke liderleri hakkında daha evvel sarf ettiği hakarete varan sert ifadeleri daha dün gibi hatırlıyoruz. Ayrıca, Esed’in Suriye’de neyi ve kimi temsilen muhatap alınacağı sorusuna da henüz tatminkâr bir cevap verilmiş değil.
2010 yılında Ortadoğu İntifadaları / Arap Baharı başladığında Türkiye çok net bir şekilde diktatörlere karşı halkın özgürlük talebinin yanında durarak ahlaki bir siyaset izledi. Ancak, bu süreçte gerek ülke içinde, gerek bölgede ve gerekse küresel anlamda yaşanan gelişmeler, Türkiye’yi dış siyasetinde takip ettiği “ahlakilik” anlayışında büyük çaplı bir revizyon yapmaya savurdu.
Türkiye’nin ‘ilke ve değer merkezli’ bir siyasi tutumdan ‘reel politik’ bir tutuma evrilmesinin beraberinde getireceği yıpranmayı da göze alarak gerçekleştirmeye çabaladığı bu değişikliğin sebep ve muharriklerini iyi tahlil etmek gerekiyor. Konu ilkelilik/ilkesizlik sarmalında tartışıldığında “ilke”den yana tavır ve söylem geliştirmek elbette daha konforlu ve kolay ama bu makas değişikliğinin perde gerisini izah etmeye kâfi gelmiyor.
1991 yılında Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla iki kutuplu dünya siyaseti sona erince, ABD’nin amiral gemisi olarak öncülük ettiği Batı ittifakı bu soğuk savaştan galip çıkarak alternatifi olmayan bir güç haline geldi. Kapitalist/Liberal değerlerin de savunuculuğunu yapan bu ittifak sadece ABD veya Batı’yı değil, bütün dünyayı kötülüklerden koruma iddiası taşıyordu. Hiç şüpheniz olmasın bu yeni dünya düzeninin jandarması olarak ABD ve Batı’nın ‘kötü’ şeklinde tasvir ederek hedefe koyduğu toplumsal kesim Müslümanlardır. Dikkat ediniz, bu tek kutuplu dünya düzeninde kaos ve karmaşadan başını kaldıramayan tek bölge İslam coğrafyasıdır. Bilim ve teknolojide üstünlüğü ele geçirdikten sonra önce coğrafyamızı işgal ettiler, sonra da başımıza diktikleri diktatörler eliyle hayatımızı bir cenderenin içine soktular. Kendi zaaf ve çelişkilerimizin altını kalın harflerle çizelim elbette ama İslam coğrafyasının Batı tarafından çok yönlü ve çok boyutlu bir saldırı ve istila ile karşı karşıya olduğunu görmemiz gerekiyor.
İnsan hakları, eşitlik, demokrasi, özgürlük gibi kılıflar altında direk veya dolaylı saldırılarının, sahip oldukları liberal değerlerden kaynaklı olduğunu düşünmeyin. Tüm bu saldırıların hedefi hiç şüphesiz ki İslami kimliğimizdir. Bunu anlayabilmek için sadece Gazze’de yaşananlara bakmak yeterlidir.
Son yarım yüzyıldaki görece barış ortamı kimseyi yanıltmasın. Batı tarihi, işgal, zulüm ve katliam tarihidir. Dünya savaşlarını onlar çıkarmıştır. Kitle imha silahlarını onlar kullanmıştır. Giyotinler, gaz odaları, soykırım onların eseridir. Özetle; kötülüğün kaynağı aranacaksa Batı’ya bakmak yeterlidir.
İsrail’e meydan okuyan ve Batı politikalarına karşı kendi özgün siyasetini hayata geçirmek isteyen Türkiye, Batı nezdinde bertaraf edilmesi gereken öncelikli tehdit konumundadır. İsrail’in güvende ve güçlü olması için diğer bölgesel aktörlerin güçsüz olması gerekiyor.
Batı dünyasının tüm hassasiyetlerimizi kaşımak, aramızdaki fayları tetikleyerek çelişki ve çatışmalarımızı daha da derinleştirmek için elinden gelen her şeyi yapacağına şüphe yok. Batı, kendi geçmişiyle, insanlık tarihi içerisinde yüklendiği rol ve icra ettiği misyonuyla tamamen uyumlu ve tutarlı bir pratik sergiliyor. Peki, tüm bu gerçekliklere baktığımızda bizim payımıza nasıl bir görev ve sorumluluk düşüyor? Zira, Batı eleştirisi yapıp kendi zaaf ve çelişkilerimizi görmezden gelmek başka bir kolaycılık oluyor.
Şiisiyle Sünnisiyle İslam coğrafyasının bu gün içerisinde bulunduğu içler acısı hali uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Türkiye’nin dış siyasetindeki makas değişikliğini konu edinmiştik, yine oradan devam edelim.
Türkiye, imparatorluk bakiyesi bir ülke olarak Batı tarzı bir ulus devlet inşa etmenin sancı ve handikaplarını yaşıyor. Kendi tarihine, kültürüne ve değerlerine yabancılaşmış; başka bir şey de olamamış fasid bir zihin yapısının iflah olması gerçekten çok zordur. Toprakları işgalden kurtarmanın hiç değilse yolu bellidir. Fakat, zihinler işgale uğramışsa işte bunun çözümü çok daha fazla zaman ve sabır gerektirir.