Hidayet, rahmet, dayanışma, Kur’an ve îtikaf ayı olan Ramazan’dan yeni çıktık.
Ve inşaallah nefsimizi daha fazla tezkiye etme ve ümmetin dertleriyle daha fazla hemhal olma imkânını yakalamışızdır. Ve inşallah bayramımız da, tüm acılara ve mahrumluklara rağmen Ramazan’da biriktirdiğimiz sahih bilgi, ibâdi kazanımlar ile; dayanışma, infak ve paylaşım bilinci ile oluşturduğumuz 30 günlük tâlimin sevinci ile geçmiştir.
Ramazan’da sıklıkla yaptığımız tövbe, muhasebe, yenilenme, problemleri veya mevcudu aşma çabaları ‘durum değerlendirmesi’ ile alakalı hallerdir.
Tövbe konusunu, bireysel ve toplumsal kimliğimizi iç zaaflarımızdan/fucur’dan uzaklaştırma veya tarihsel ve aktüel kirlerden arındırma (ve siyabeke fe tahhir) keyfiyeti olarak değerlendirebiliriz.
Muhasebe konusunu, hayattaki hedeflerimiz için ayağımızın nereye bastığını ölçmek ve var olan gücümüzü tartmak olarak ele alabiliriz. Muhasebe; bilgi kaynağımızı, düşünsel ölçülerimizi, bireysel ve toplumsal kimliğimizin niteliğini sahih olana yaslanmak için değerlendirmede bulunmak; bizi kuşatan haklı olmayan şartları aşmak için ne kadar yeterli ve elverişli olduğumuzu tartmak keyfiyetidir (tedebbür, tefekkuh).
Yenilenme/tecdid konusu, biz Müslimler için modernitenin ürettiği hâkim değerlere bir eklemlenme olamaz, olmamalıdır. Yenilenme, yaratılış kanunları ve vahyi ölçülerden uzaklaşmayı veya yabancılaşmayı aşmak için yeniden kişisel ve toplumsal varlığımızı fıtratımızın özüyle ve hidayet kaynağımız olan vahiyle buluşturup inşa etmek (ıslah) keyfiyetidir.
Problemleri veya mevcudu aşma azmi, aslında gelenekçi ve modernist cahili anlayış, kuşatma ve statüleri aşmak hedefidir. Yeni ve eski egemen cahiliyyeyi aşıp kirliliklerden hicret etmek için (verrucze fahcur) hayatımızı anlamlandıracak tutarlı bir ideale, bir dünya görüşüne sahip olmak; ve bu ideal için bir hedef, bir strateji takip etmek gerekmektedir. Ancak böylesi bütünlükçü bir bakış ve adanış ile hayatımızı anlamlandırabiliriz.
Son asırlarda vahiy nimetinden uzaklaşma düşkünlüğünün acılarını yaşayan Muhammed Ümmeti’ni yeniden diriltmenin yolu, vahyi ölçüleri gözetmeyen amelsiz, hesapsız, fiiliyatı olmayan dualar değildir. Toplumsal yasaları (sünnetullah’ı) kavramadan söylenen ‘Mevla’m neyler, neylerse güzel eyler’ türü tekerlemeler Kur’ânî tevekkül anlayışı ile bağdaşmaz.
Bizim tevekkülümüz ıslah temelli; yani vahyi ölçülerle köklü değişim ve dönüşümü hedef edinen devrimci bir tevekküldür. Siret-i Resul’deki örneklik de budur.
Öncelikle son asırlarda vahiy ve şura nimetinden kopukluklar nedeniyle yaşadığımız mağlubiyetlerin çöküntüsü veya enkâzı altından yeterince kalkıp kalkamadığımıza, dirilip dirilemediğimize bakmamız gerekir.
Var olmak için nefes alma şartlarını oluşturabilmek; vahyin ve adaletin tanıklığını gerçekleştirmek için mücadele süreçlerini başlatmak, yapılması gereken ilk altın hamlelerdir. Diriliş hamlesi, yenilgimizin teslimiyet anlamına gelmediğini ya da Malik bin Nebi’nin dediği gibi sömürüye müsait olmadığımızı ortaya koymak açısından çok önemli ve değerlidir.
Ancak diriliş hamlemiz henüz bir başlangıçtır. Bir süreçtir.
Ancak kendi durduğu yerin, misyonunun önemini kavrayabilenlerin; güçlü ve zayıf yönlerinin hesap ve analizini yapabilenlerin; varlığı ve kimliği için ne gibi iç ve dış tehlike ve risklere maruz kaldığını/kalındığını ve muhtemel gelecekte ne gibi badirelerin yaşanabileceğini farklı açılardan hesap edebilenlerin tutarlı bir gelecek ufku olabilir.
Mücadele sürecimizi hamâsete boğmamalıyız. Bizim tarih felsefemiz vahyin gösterdiği inişli çıkışlı bir dinamizme dayanır. Hak edersek yükseliriz, kaybedersek dönüp sünnetullah çerçevesinde nerede yanlış yaptık diye bakar, yeniden başlarız.
Amaca ulaştıracak bir stratejinin (sevk-ül ceyş) istikameti, bugün yaptıklarımıza, biriktirdiklerimize ve tanıklıklarımıza bağlıdır.
Bugün küçük de olsak, tohum da olsak; küçük olanın veya tohumun değeri, sıhhati ve kök tutması her şeyden önemlidir.