15 Temmuz gecesi yaşanan FETÖ’cü kalkışma, Türkiye halkının kararlı ve sert tepkisiyle karşılaşınca çöküşle sonuçlandı. Darbeciler ve onları destekleyenler belli ki, toplumdan böyle bir direnç beklemiyordu. Tankları, uçakları, askerleri gören halk diğer darbelerde olduğu gibi evlerine çekilir ve sokağa çıkma yasağıyla sokakları teslim ederler diye düşünmüşlerdi.
Oysa Türkiye sosyolojisi son on beş yılda hızlı bir şekilde değişti. [Türkiye sosyolojisi ifadesiyle toplumun büyük çoğunluğunu kastediyorum ama kesinlikle tamamını değil.] Değişime etki eden faktörlerden en önemlisi, AK Parti iktidarıyla birlikte “öz vatanında parya” kılınmış halk için, devletin "imtiyazlılar cumhuriyeti" olmaktan çıkarak halkın devleti olmaya başlaması. Eski cumhuriyetin büyük gadrine uğramış bir halkın, derin bir kolektif refleksle darbeyi püskürtmesi bu kazanımla doğrudan ilişkilendirilmelidir. Bu bağlamda kazanımların korunması ve umut, direnişin temel motivasyonu olmuştur.
Bir diğer faktör ise, son 15 yılda darbe planlarının, vesayetçilerin tehditlerinin ve e-muhtıraların karşısında iktidarın dik duruşu, karşı koyuşudur. Sivil toplum örgütlerinin de desteğiyle kolektif bir direniş oluştu. Bu süreç son derece öğretici oldu. Bugüne kadar sokakla pek fazla bağı olmayan muhafazakâr/dindar kitle sokakla tanışmaya başladı. Sokağın gücünü keşfetti. AK Parti ve Erdoğan, 367 kumpası dâhil vesayetçilere karşı savaşımını hep kitlesini dinamize ederek ve sokağa indirerek kazandı. Bu AK Parti kitlesi için bir “siyasi sünnet”e dönüştü.
Mısır’da Mursi’ye karşı yapılan darbe de Türkiye sosyolojisi açısından pozitif rol oynadı. Seçilmiş cumhurbaşkanının, Batı destekli bir darbeyle devrilmesi, üstelik Batının darbeyi açıkça meşru görüp desteklemesi, bu desteğin arkasında Mursi’nin ve hareketinin İslamiliğinin olması gerçeği, AK Parti seçmeninde yakın bir tehlike algısının oluşmasına yol açtı. Bu da bir teyakkuz halini beraberinde getirdi. Bu süreç aynı zamanda Rabia hareketinin Türkiye halkı tarafından, hükümetin de sahiplenmesiyle, benimsenmesine ve örnek alınmasına yol açtı. Mısır’da Mursi’nin başına gelenin Erdoğan’ın başına gelmesi ihtimali toplumu darbe ihtimaline karşı hep diri tuttu.
Mısır gibi diğer intifada/Arap Baharı hareketlerinin de batı destekli müdahalelerle akamete uğraması; Suriye’deki büyük katliam ve yıkım hali; İran ve Irak’ın Türkiye’ye karşı hasmane tavrı; AB’nin Türkiye karşıtı söylemi; Suriye’de PYD gibi Türkiye karşıtı grupların desteklenmesi; PKK, IŞİD, DHKPC, THKPC, TKPML gibi terör gruplarının topyekûn ve eşzamanlı olarak Türkiye’ye karşı harekete geçmeleri, Türkiye’ye karşı bir “çevreleme” hareketi olduğu konusunda toplumda bir uyarı görevi gördü.
Son olarak, 7 Şubat kumpası, Gezi olayları ve 17-25 Aralık tezgâhı, PKK’nın çukur terörü, AK Parti tabanında ve daha genel anlamda Türkiye toplumunda, bitmek bilmeyen bir oyunla karşı karşıya olunduğu bilincini oluşturdu ve hep bir “teyakkuz” halinde kalınmasına neden oldu.
Yanı sıra, medyanın çeşitlenmesiyle de tek yönlü yayınların halkı illüze ettiği süreç sona erdi. Geçmişe dair gerçeklerin tartışılmaya ve resmi tarih tezi çökmeye başlayınca, geçmişle bugün arasında mukayese imkanı doğdu. Dün Osmanlı’yı yıkanlar, Adnan Menderes’i asanlar ile bugün Erdoğan’ı devirmeye çalışanlar arasında özdeşlik kuruldu. Bu toplumsal bir bilinç üretti.
Bütün bu faktörler, başta AK Parti tabanı, İslami gruplar ve sonrasında MHP tabanının ve kısmen diğer ideolojik kesimlerden az sayıda bir kitlenin”ortak kaygı” etrafında birleşmesine neden oldu. Evet, artık Türkiye sosyolojisi ciddi anlamda değişmiş; toplum siyasi olaylara oy vermenin dışında da müdahil olma pratiği kazanmış; verdiği oya, seçtiği yöneticilere ve kazanımlarına sahip çıkma bilinci edinmişti.
150 yıllık hesap görüldü
Yüz yıl önce bu halk Abdülaziz ve Abdülhamit gibi iki önemli liderini darbelere kurban verdikten sonra yıkılan imparatorluğun yorgun evlatları olarak Anadolu’yu kendilerine son bir yurt olarak ellerinde tutabilmişlerdi. Ancak bu halk cephede savaşmakla meşgulken, içlerinden bir avuç beyaz Batıcı, halkın alın teri ve kanı üzerine hesaplar yapıp iyi niyeti istismar ederek adeta yabancı bir devlet kurmuşlar, muzaffer halkı da parya kılmışlardı. Birinci Meclis’in 1 Nisan 1923’teki feshi, ilk Kemalist darbe olarak paryalaştırmanın miladıdır.
Kültürel katliamlara, inanç yıkımlarına, dışlanmalara, ölümlere, sürgünlere rağmen köklerinden koparılmaya direnen bu halk, son 15 yılda kök kodlarıyla uyumlu bir hükümetin iş başına gelmesiyle, 150 yılda büyük bedellerle edindiği birikimi bilince çıkarmaya başladı.
Mustafa Armağan’ın Derin Tarih dergisinde anlattığı 15 Temmuz gecesine ait bir anekdot bu birikimin en yalın biçimiyle ortaya çıkışını ifade ediyor. Armağan, darbe gecesi Kısıklı’da toplanan kalabalık arasından bir gencin şöyle haykırdığına tanıklık ediyor: “Abdulhamid’i deviriyorlar, yetişin!”
Bu sosyoloji, yıllarca özünü korumak suretiyle Kemalist vesayete pasif direniş gösterdi. Her seçimde bu vesayetin karşısında gördüğü partileri iktidara taşıdı. Bu yolla vesayet duvarının tuğlalarını birer ikişer söke durdu. Bir yandan da Kemalizmin kendisinden çaldığı inancı, kökenlerini, tarihini geri kazanmaya çalıştı. Nitekim son 15 yıldır bu alanda daha büyük bir yol kat ederek, pasif direnişi aktif direnişe dönüştürüp rüştünü ispatladı.
Bugüne kadar elitler tarafından küçümsenen bu halk, inancıyla, ruhuyla eski paradigmayı yerle bir etti. Özgürlüğü ve inancı uğruna tanklara, uçaklara, bombalara göğsünü gerdi. Toplumu siyasi bilinçten yoksun, namluyu görünce sinen, gelene ağam gidene paşam diyen, pragmatist, eyyamcı bir kitle olarak gören bütün beyaz ve beyazlaşmış kesimler / kişiler çuvalladılar. Bu arada solun darbeler karşısındaki haksız ve sahte şöhreti de çöpe atıldı.
1 Nisan 1923’te Birinci Meclisin bir kumpas sonucu feshiyle, yüz binlerce şehidin kanıyla elde ettiği kazanımları ellerinden alınarak devletten dışlananların sosyolojisi bugün paradigmayı yeniden kurmak istiyor. Buna kemiyeti de keyfiyeti de yetiyor. Nitekim, Yenikapı’da toplanan 5 milyonluk kitle, Cumhurbaşkanı’nın “devletin sıfırdan inşası” şeklinde işaret ettiği Yeni Türkiye’nin kurucu meclisi olmayı hak etti.
Sahte uzlaşı ve sahte ortakları
Halkın büyük direnişine karşın, darbe gecesi televizyon karşısında çekirdek çitleyerek sosyal medyada kitleyi aşağılayanlar, bugün darbe sonrası girilen yeni sürecin ortakları olmanın telaşındalar. Kemalizmin ve laikliğin ne kadar önemli olduğunu anlatıyorlar, yine kendilerini dayatıyorlar. Tuhaf ki toplumun geçirdiği değişimi el’an bile göremezken, devleti yeniden inşa hakkını ve yeterliliğini kendilerinde görebiliyorlar.
Dünün darbecileri bugünün demokratları kesilmiş ve buna inanmamızı bekliyorlar. Bu kesimlerin 28 Şubat’ta, 27 Nisan’da, 367 meselesinde ve cumhuriyet mitinglerindeki darbeci tutumlarını gördük. Ellerinde “ordu göreve” pankartlarıyla anıtkabire yürüdüklerini unutacak değiliz. Ve eski darbecilerin, bu kez kazanımlarımızın üzerine oturmasına izin vermeyeceğiz.
Avrasyacıların, Aydınlıkçıların, CHP’lilerin, laikçilerin, Kemalistlerin, ulusolcuların, Gezicilerin, yarı aydın ve yarı sanatçıların bedelsiz ve sahte bir uzlaşıyla, milyonların iradesini yok sayıp,
Müdafaa-i Hukukçular’ın 1923 kumpasına benzer bir kumpasla direnişin üzerine oturmaya çalışmalarını, uzlaşı büyüsünün bozulmaması adına görmezden gelme lüksümüz yok.
Bir yanda Aydınlıkçılar “Darbeyi Kemalist subaylar engelledi” mavalıyla ordudaki ağırlık merkezini ele geçirmeye çalışıyor. Diğer yanda CHP, darbe karşıtı cepheye gönülsüzce de olsa katılıp, Yenikapı’da manifesto okuyarak beş milyonun önünde halkın iradesine saygısızca sınır çizmeye kalkıyor.
Gezici yarı sanatçılar bile rol çalmaya, şehitlerin kanı üzerine çöreklenip akredite olmaya kalkıyorlar. Her biri kişisel ikbal ve iade-i itibar peşindeler. Oysa darbe gerçekleşseydi televizyonlara çıkıp hep bir ağızdan 10. Yıl Marşını okuyacaklarından şüphemiz yok.
Netice itibariyle, darbe sonrası laikliğin önemine vurgu yapan, darbeyi FETÖ üzerinden İslam’a yıkan çevreler giderek seslerini yükselterek yeni paradigmada belirleyici olmaya çalışıyorlar. Sanki kitleler darbeyi tekbirlerle değil de 10. Yıl Marşı ile püskürtmüşler gibi.
‘Kurucu irade’ halktır
Eğer devleti sıfırdan kuracak isek, ki kurmalıyız, kurucu irade bu direnişin bedelini ödeyen kitlenin iradesi olmalıdır, olacaktır; seçkinlerin, eski darbecilerin, yarı aydınların, mutlu azınlığın ve imtiyazlı beyazların değil.
Cumhurbaşkanı R.Tayyip Erdoğan da bu fırsatçılara dikkati çekiyor: “....yalanla, yıpratmayla, boş sözle ülkesine ve devletine sahip çıktığını iddia eden seçkinlerin istismarına rastlıyoruz. Tankların önünde yatanlar seçkinler değildi, bu ülkenin ortalama vatandaşıydı. Şehitlik makamına ulaşanların, gazi olanların memleketlerine, mesleklerine, eğitimlerine bakarsanız Türkiye’yi görürsünüz.
Bu millet Allah’tan başka hiçbir gücün karşısında eğilmez.”
O halde yeni paradigma, destansı bir mücadele veren bu halkın hassasiyetlerine ve taleplerine uygun olarak inşa edilmelidir. Kemalistlerin, faşist sol liberallerin, ulusolcuların, Gezicilerin bedel ödeyenlerin kazanımlarını çalmasına müsaade edemeyiz.
Yüz binlerce şehit pahasına elde ettiğimiz kazanımlarımızın 1923 kumpasıyla elimizden alındığını unutamayız!
Siyasi iradenin bir takım korkular ve çekincelerle bu halkın son istiklal zaferi olarak tesmiye ettiği bu zafere neo-ittihatçıların ortak kılınmasına izin veremeyiz. 15 Temmuz sonrası, siyasi iradenin korkacağı, çekineceği hiç bir şey kalmamıştır. Bu halk korku çemberini kırmıştır.
Kaldı ki bir aydır meydanlardan yükselen TEKBİR VE SALAVATLAR nasıl bir PARADİGMANIN olması gerektiğinin işaretlerini vermektedir.
STAR