Yasin Aktay / Yeni Şafak
Direnen Ramazan veya Ramazan sosyolojisi
Ramazan, bütün ibadetleriyle, gelenekleşmiş yaşam pratikleriyle her yıl bütün ülkeye hatta dünyaya kendi atmosferini hâkim kılarak geliyor ya: Bu yanıyla Cumhuriyet döneminde dinin siyasi ve toplumsal hayattan tamamen uzaklaştırılması yönünde gerçekleşen müdahalelerin çarptığı önemli bir duvar işlevi görmesi de kaçınılmaz oluyordu.
Sekülerleştirme siyasetleri okullardan din eğitimini kaldırarak, tekke ve zaviyeleri kapatarak, dini liderlik kurumlarına olan resmi desteği olabildiğince azaltarak, Arapça harfleri ve din eğitimini tamamen yasaklayarak dinin sadece siyasi hayata etkisini kırmış olmadı, aslında toplumsal hayattaki görünürlüğünü de tamamen yok etmeyi hedeflemiş oldu.
Asırlarca bütün dünya Müslümanlarına liderlik etmiş, onların anavatanı olan Türkiye’de böylece İslam’a karşı başka hiçbir ülkede yaşanmamış bir tasfiye pratiğinin de merkezi haline gelmiş oldu.
Arapça ezanın, hatta Kur’an-ı Kerim’in bile Arapça harflerle okuyup yazılmasının yasaklandığı bir ortamda dindarlık da sürdürülmesi güçlü bir direniş ruhu ve mücadeleler gerektiren bir misyona dönüştü. Böyle bir ortamda kitlelerin bu direnişi sergilemesi elbette o kadar kolay değildi. Bu süreçte uzun yıllar okullarda dine yabancı, hatta dini ritüelleri aşağılayan bir bilince sahip nesiller yetişti.
Türkiye halkı kendi dinamikleri içinde, mesela sanayileşme, şehirleşme veya refah seviyesinin artmasının beraberinde getirdiği bir sekülerleşme yaşamadı, bilakis hiçbir sosyolojik ortamın desteklemediği yukarıdan aşağıya çok katı ve baskıcı sekülerleştirme politikalarına maruz kaldı.
Müslümanlara özgü bütün görünüşler, giyim-kuşam, adet ve gelenekler, namaz, ezan ve oruç üzerinde uygulanan baskılar neticesinde uzunca bir dönem İslam’ın görünürlüğü çok büyük ölçüde bastırıldı. Bu baskıya karşı birileri belki direndi ama önemli bir kitle de rıza göstererek katıldı.
Zor rıza da üretir, herkeste olmasa da. Rıza gösterenlerin de desteğiyle bu politikalar toplumsal bir taban da bulmuş oldu.
Bütün bu baskıların oluşturduğu atmosfere rağmen Ramazan yine de her yıl gelip bir ay boyunca kendi atmosferini hatırlatmaktan, hatta genel atmosfer üzerinde bir gölgesini hissettirmekten geri durmamıştır. Geçtiğimiz günlerde Mustafa Armağan’ın yazısına konu ettiği Fransız tarihçi François Georgeon’un Osmanlıdan Cumhuriyete İstanbul’da Ramazan adlı kitabında geçen “Ramazan’ın direnişi” ifadesinin üzerinden gidildiğinde, bana göre Cumhuriyet tarihinde yaşanan sekülerleş(tir)me programlarının nerede toslamış olduğunun sırrı da bulunabilir.
Georgeon, “Ramazan direniyor ve büyük şehrin hayatına kendi döneminin mührünü basmaktan geri kalmıyor. Direniyor, direnirken yaygınlaşıyor ve kendini uyarlıyor” diyor (s. 248, İş Bankası Yayınları).
Aslında Cumhuriyet döneminde neredeyse hiçbir boşluk bırakmamacasına yürütülen mücadelede bireysel anlamda direniş gösteren çok az insan kalmıştır. Rasim Özdenören’in “Gül Yetiştiren Adam” hikayesine konu olan kuytularda çocuklarına gizlice Kur’an öğretmeye çalışan yaşlı hocaların hikayeleri yaygın olsa da nüfus bütünlüğünde çok küçük bir azınlık oluşturuyor. Toplumun tamamında bir atmosfer oluşturabilmekten çok uzaktır bu örnekler.
Oysa Ramazan öyle mi? Ne yaptığını çok iyi bilen, başlıbaşına bir muallim olarak gelip kendi havasını yayıyor, solutuyor ve başka birçok alanda herşeye teslim olmuş insanları da sarsıp köklerinden tamamen kopmamalarını sağlıyor. Gece ve gündüz, bulutlar, yağmur ve kar kimseyi dışarıda bırakan olaylar değil. Ramazan da kimseyi dışarıda bırakmadan gelir.
Orucun bu dönemde yasaklandığına dair hiçbir bilgi yok, ancak resmi kurumlarda mesai saatleri orucu ve iftar saatlerini hiç dikkate almadan düzenlenmiştir. Daha doğrusu oruç için, laikliğe aykırı olur gerekçesiyle özel bir düzenlemeye özellikle gidilmemiştir. Yemekhanelerde oruç tutanlar yok sayılarak onlar için özel düzenlemeler hiç yapılmamıştır. Birçok resmi veya sosyal ortamda oruç tutanlar istiskal edilmiş vs. Aslında resmi politikalar bu doğrultuda olunca dindar insanlara yönelik bir aşağılama, alaya alma, marjinalleştirme işleminin zamanla bir baskı, dışlama ve ayırımcılığa kadar uzanması da kaçınılmaz olmuştur. Bütün bunlar elbette oruç tutanların işini zorlaştırmış olsa da orucu yok edememiş, resmi ortamlar dışındaki kamu ortamlarında kendi habitusunu sürdürmesine engel olamamıştır.
Toplumsal hayatta orucu baskılamaya dönük bu tür bir hava beslenirken, Ramazan’ın bir kısmı olan fitre, zekat ve infakın ortaya çıkardığı ekonomik fayda ise gözardı edilmemiştir. Hatta bu alan, tıpkı kurban derilerinde olduğu gibi oldukça cazip görünmüş ve Çocuk Esirgeme Kurumu, Türk Hava Kurumu ve Kızılay gibi yarı resmi dernekler üzerinden kuşatılmaya çalışılmıştır. Bu belki bir dönem devlet söyleminin Ramazan’a olan tek ilgisi olarak devam etmiştir.
Ramazan’ın laikçilere cazip görünen tarafı da Camilerdeki mahyalar olmuş, onu da kendi siyasi söylemleri için bugünün billboardları gibi mesajlarını iletmenin vasatı olarak kullanmaya çalışmışlar.
“O kadar da gavur değiliz herhalde, oruç tutmuyoruz diye sahura da mı kalkmayalım?”
Oruç tutmayanların da sahura kalkması veya iftara katılması Ramazan ayının masum halk ironilerindendir. Ama dine karşı her cephede mücadele eden laikçi siyasilerin Ramazan fitre, zekât ve kurban derilerine göz dikecek kadar ve ancak o kadar Müslüman olmalarındaki işgüzarlık hiç de masum görünmemiştir.
Böylece dinin toplumsal hayattaki bütün etkileri ve görünümleri siyasi müdahalelerle yok edilmeye çalışıldığı dönemde bile Ramazan tek tek bütün şahıslardan ayrı, direnen bir aktör olarak etkinliğini sergilemiştir.
Bir açıdan sosyolog Pierre Bourdieu’nun habitus dediği, bilinç ve dünya inşa eden kalıplaşmış davranışların mükemmel örneğidir Ramazan, bütün ibadetleriyle.
Aslında bugün Dr. Zübeyir Nişancı ve arkadaşları tarafından yapılmış “Sayılarla Türkiye’de İnanç ve Dindarlık” başlıklı sosyolojik çalışmaya tam da bu direnen habitusların etkisi eşliğinde bakmak istemiştim. Bu bir giriş olsun, sonra devam edelim.