-Muhterem hocam, dînin kültürleşmesi ya da kültürün dîn haline getirilmesi de diyebileceğimiz bir süreç yaşanmaktadır. Zaman içerisinde etkisi farklı tonlarda seyretmekle birlikte bu durumun yeni bir şey olmadığını da biliyoruz. Senkretizm diye de adlandırılan; farklı inanç sistemlerinin etkileşime girerek karışması sonucunda ortaya çıkan yeni inançların varlığı da söz konusudur. Bugün, ‘İslâm’ın Kültürleşmesi’ veya ‘Kültür oluşumuyla İslâm’ın’ etkileşimini değerlendirmek istiyoruz. Böyle bir risk var mıdır varsa konuya dair neler söyleyebiliriz?
Rabbimizin adıyla ve selamların en güzeliyle başlarım.
Gündeme taşıdığınız ‘dînin kültürleşmesi’ sorunu çok temel bir meseledir. Yoğun gündem tartışmaları arasında asıl meseleler çoğu kez silikleşmektedir. İnsana, hayata anlam kazandıran temel meseleler doğru anlaşılmadığı taktirde gündemi de doğru okumak mümkün değildir. O durumda kirli bilginin zebunu; rüzgarın sürüklediği yöne giden nesne olursunuz. Ki bu durum, Müslümanca bir duruş olmadığı gibi tehlikelidir de.
İslâm, müslümanlar açısından dînlerin en iyisi değil, kendisinden başka hak dîn olmayan bir inançtır. Bu yönüyle ed-dîn olan İslâm, “yaşam tarzı”dır. Yaşam tarzının temel parametrelerini belirleyen ise vahiydir. Vahyin hedefi, yaşamın sadece sınırlı alanlarına müdahale etmek olmadığı gibi, ahiret, öbür dünya ve ölümden sonraki hayat ile ilgili belli konularda inançlar vaaz eden anlamında dînler arasında bir dîn de değildir. İlgili muharref kanaatin esiri bir anlayış, gelenekselleşmiş dîn anlayışıdır. Bu anlayışın dîni, vahye dayalı değil kültüre dayalıdır.
Kur’ân, İslâm’ın, insanların toplam yaşantılarına söyleyecek sözü olan, zaman ve mekânın sınırlarına mahkum olmayıp bütün boyutlarına dair emir ve yasaklar cihetiyle prensipler vaaz eden bir dîn olduğunu bildirir. Yine Kur’ân, İslâm’ın, her devirde ve bütün insanlar için fıtrî, gerçek, tek hak dîn olduğunu haber verir. Kur’ân’da İslâm, bireysel ve toplumsal talepleriyle birlikte her dönemde toplumu yeniden dizayn edecek potansiyele sahip, Allah tarafından kabul olunacak tek hak dîn olarak tanıtılır. Dînin hayat tarzı olması da bu anlamdadır. Bu dînin kaynağı vahye dayalıdır ve değerlerinin belirleyicisi Allah’tır.
Tarihte farklı dînî geleneklerin bir arada yaşamasını sağlayan çokça sosyolojik neden olmuştur. Her karşılaşma etkileşimi her etkileşim de bir ölçüde değişim ve dönüşümü kaçınılmaz kılmıştır. Bu gerçeklik zamanla yeni dînî yorumları ve mezhepleri doğurduğu gibi dînî senkretizmin yaşanmasının ve farklı değerlerin bir araya gelmesi suretiyle oluşan yeni inanç sistemlerinin oluşmasının da sebebidir. Farklı inanç sistemlerini ve ibadet unsurlarını taşıyan karma dînsel gelenekler, senkretik dînler olarak tanımlanmaktadır.
Bu genel değerlendirmeden sonra bahsi özele indirgeyecek olursak, İslâm’ın gelenekselleşmesi (gelenekçi/atalar yolu) geleneğin de dînleşmesi diyebileceğimiz süreç tarih boyunca “tahrif” ekseninde yaşanmıştır. Yani ed-dîn olan İslâm, Allah’ın dîni olmaktan uzaklaştığı her dönemde tahrife senkretik bir harmanlamayla maruz kalmıştır. Bu durumda İslâm’ın yerine ikame edilenin neliği, hiç mi hiç önemli değildir. Keza her tahrif öğesi heva-hevesin ilah edilmesinden südûr etmiştir. Hakkın karşısında yer alan batılın isminin ve ritüellerinin farklılığı önemsizdir, çünkü öz aynıdır. Her şeyden bir parça taşıyan dînî senkretizm, İslâm’dan da unsurlar taşımış olabilir. Bu, onu İslâm kılmadığı gibi onun şirk ile malul cahilî dînlerden bir dîn olduğu gerçeğini de değiştirmez. Zira “Allah nezdînde hak dîn İslâm'dır.” (Ali İmran, 3/19.) “Kim, İslâm'dan başka bir dîn ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir dîn) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.” (Ali İmran, 3/85.)
-Farklı kavimlerle anılan kültürün, ‘İslâm kültürü’ olarak da kullanımı söz konusudur. Kültür dendiğinde anlaşılandan hareketle, dînin kültürleşmesi serüvenine dair neler söyleyebiliriz?
Kavramlar söz konusu olduğunda çok ihtiyatlı olma gereğine inanıyorum. Zira zikredilen kavramdan daha önemli olan, tarafların o kavramdan ne anladığı hususudur. Nitekim dilin de dili vardır. Ve dahi dilin ruhu vardır. Dili kendi anadilinden koparırsanız bir anlamda ruhsuzlaştırmış olursunuz. Dilin dili, içinde doğduğu kültürel yaşanmışlıktır. Dilin ruhu, fıtrata yaratılış gerçeğine muvafık olmasıdır.
Her kavram kendi felsefesinin çocuğu olup kastını taşımak ister. Siz ona kastına rağmen farklı anlamlar yüklediğinizde anlam güdükleşir ve hafifmeşrep bir duruma malzeme olmaya başlar. ‘Kavimlerin kültürleri’yle “İslâm kültürü” terkibi de öyledir.
Dînin kültürleşmesine bir anlamda ‘dînin tahrif tarihi’ de diyebiliriz. Bu durum hiçbir dönemde inkıtaa uğramamıştır. Bilmiyoruz! Bu husus belki de imtihanın tabiî neticesidir. Şu farkla ki, her tahrifin ardından İslâm mesajı peygamberler aracılığıyla yeniden gelirken, Resulullah (as) ile birlikte (Hatemu’n-Nebiyyin) bu mesaj son kez gelmiştir. Vahiy, Rabbimizin dileyeceği zamana kadar da beşer müdahalesinden korunmuş olarak muhafaza olacaktır. Önceki peygamberlerin gönderilmesine konu sapma mahiyet itibariyle ne idiyse Resulullah’ın gönderilişi dönemindeki sapmalar da aynıydı. Ve hatta sonradan oluşan sapmaların dahi mahiyet itibariyle farkı yoktur. Allah’tan başka hak İlah’ın olmadığı hususu, İslâm davetinin aslıdır. Dîni Allah’a has kılmaya çağrı, dînin kültürleşmesine reddiye çağrısıdır aslında.
Resulullah (as)’dan sonra dînin kültürleşmesi serüveni son derce dramatik öğeler taşır. Bu süreçte yaşanan değişimin parametreleri doğru okunmalı ve bunlardan ders çıkartılmalıdır. Süreç içerisinde baş gösteren siyasî ihtilaflar, fıkhî, kelamî ihtilafları beraberinde getirmiş; husûle gelen fitne, bozulmaları tetiklemiştir. Diğer taraftan kalabalık kitleler, fetihler neticesinde genişlemeye devam eden İslâm coğrafyasına Kur’ân mesajını sindirmeden katılmışlardır. Tercüme faaliyetlerinin filtre edilmeyişi, muharref dîn mensuplarının ihtida ederken bilerek bilmeyerek yeni girdikleri İslâm dînine taşıdıkları hurafe kültürü, farklı toplum ve dînlerin felsefesinin hadis, fıkıh gibi dîni literatüre girmesi, dînin kültürleşmesi sürecinin önemli sebeplerindendir.
Müslümanların iktidarı ele almasıyla, kaybettikleri nüfuz ve iktidarlarının bekasını örtük biçimde içten çökertme çabasıyla perdeleyenler, kendi inanç ve geleneklerinin atıklarını yeni girdikleri dîne taşımışlardır.
Yahudileşmeye mukabil ruhbanîleşme serüveninin bir benzeri Resulullah (as) sonrası Müslüman toplumda yaşanmıştır. Bir tarafta refah, saltanat ve çılgınca harcama kültürü buna mukabil diğer tarafta mistik duygularla ruhbanîleşme temayülü… Her iki eğilimin de dînin gelenekselleşmesi sürecine önemli katkıları olmuştur.
-Burada şu husus merak konusu: Bozulmayı; dînin kültürleşmesini fark edenler müdahale edenler olmadı mı?
Tabii ki olmuştur ve hiçbir dönemde bu eksik olmamıştır. Tarih boyunca da böyledir. Peygamberimiz (as), “Ümmetimden bir cemaat, Allah’ın emri tahakkuk edinceye kadar, bâtıla galebe çalarak hak üzere devam edecek ve onları yardımcısız bırakanlar onlara zarar veremiyeceklerdir.” buyuruyor. Buhârî ve Tirmizî’nin rivayet ettiği hadiste işaret edilen husus, ümmetin öncelikli vasfının hak üzere devam etmesi, yardımcısız bırakılmalarına rağmen bâtıla galebe çalmasıdır. Allah dîninin yardımcıları, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet olarak tarif edilir. Bâtıla galebe çalacak olanların en büyük davaları; önce ve sonra “La İlahe illallah” davasıdır. Bu ceht ve gayret ister bizatihi tahrife isterse farklı tonlamalarla bid’at ve hurafelere karşı olsun sürekli olagelmiştir. Buradaki hak üzere oluş, bildik manada cemaat, gurup, bölge ve hatta zamanla mukayyet olmayıp, dîni, bütünüyle Allah’a has kılanların mevcudiyetidir.
Örneğin Hz. Ömer’in ta o dönemde ortaya koyduğu kaygıları dikkat çekicidir: “Siz Kur’an’a uyun; Kur’an’ı kendinize uydurmayın. Kim Kur’an-ı Kerim’i kendisine uydurursa Kur’an onu cehenneme kadar sürükler, fakat kim Kur’an’a tâbi olursa, Kur’an onu Firdevs cennetlerine götürür.” Bu uyarı, bozulmalar karşısında temel kaynağa dikkat çekmedir.
Yaşanan fitne ve sıkıntılara rağmen şu yaklaşımdaki duyarlılığa bakın: Resulullah (as), müşrikler arasında bulunan şecaat ehli; güçlü kuvvetli ve halk arasında itibarlı iki Ömer’den birinin Müslüman olması için Allah’a duada bulunuyor ve şöyle niyaz ediyordu: “Allah’ım! İslâm’ı Ebû Cehil bin Hişam veya Ömer bin Hattab’la kuvvetlendir!” Ne gariptir ki, iki Ömer’den biri olan Ömer bin Hişam, diğer namıyla Ebû Cehil, Resulullah’ı öldürecek olana 100 deve vaat ederken, Ömer bin Hattab da bu teklifi kabul edip Resulullah’ı öldürmek üzere yola çıkan kişidir. Ve neticede Allah Ömer bin Hattab’a hidayet verir. Kendisiyle Müslümanların güçlenmesi arzulanan Hz. Ömer’in sonraki bir dönemde ortaya koyduğu tavrı oldukça manidardır. Fars ülkesi fethedilip Şah’ın ailesiyle birlikte hazineleri birçok Fars’lıyla Medine’ye getirildiğinde Hz. Ömer’in, “Allah’ım bu Celula esirlerinin kadınlarından olacak çocukların şerrinden sana sığınırım.” dediği rivayet olunur. Tarihçilerin bildirdiğine göre Hz. Ömer’i korkutan Celula esirlerinin çocukları Sıffîn Savaşı’nda karşılıklı saflarda yer alırlar. (Bkz.: Celaleddin Vatandaş, Vahiyden Kültüre, Pınar Yayınları, İstanbul 2004.)
Sünnî-Şiî ayrımının da oluşmasına büyük katkıda bulunan Sıffın Savaşı, bilindiği üzere İslâm toplumunun Halifesi Hz. Ali ile İslâm Devleti'nin Suriye valisi Muaviye bin Ebu Süfyan arasında yapılmıştır. Müslümanların kendisiyle güçlenmesi niyazında bulunulan Hz. Ömer, Müslüman toplumun kitleler halinde katılımla çoğalmasından endişe duyuyor! İşte bu kaygı, mesajı sindirmeden teslim olanların inancı kültürleştirmesine duyulan kaygıdır. Bu, feraset ve basirettir. Kuşkusuz bozulmayla birlikte izleyen dönemlerde de ihya hareketleri; tecdit çabaları kesintisiz devam etmiştir. Mâlûmunuz imha ve tahrif tarihi müstakil bir konu olduğu gibi ihya ve tecdit tarihi de bu sohbetin sınırlarını aşan müstakil bir konudur.
Ancak şu gerçek unutulmamalıdır: Kültürler savaşlar kadar hızlı ikame olmadıkları gibi etkileri de savaşlar kadar hızlı kaybolmaz. Dolayısıyla gelenek, kültür denilen medeniyet akşamdan sabaha oluşmadığı gibi etkisinin de akşamdan sabaha kaybolması beklenmemelidir. İkamesi de izalesi de uzun zaman alır. İhya ve inşa ehli bu gerçeği bilerek ceht ve gayretini sabırla sürekli kılmalıdır.
-Var olan bir şey midir kültür; icad edilmiş, oluşturulmuş bir şey mi?
Kültür felsefesine girecek olursak sanırım bu röportajda sadra şifa bir noktaya gelemeyiz. Kültür için farklı disiplinler farklı tanımlar yapmışlar. Bir topluma veya halk topluluğuna özgü düşünce ve sanat eserlerinin bütünü denildiği gibi tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde oluşan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları oluşturmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan araçların bütünü; hars, ekin de denilmiştir. Toplumların ortak değeri, kültürün bir üst ifadesi için medeniyet uygarlık diyenler de olmuştur. Kültür, taşıdığı unsurlar keşfedilen değerler gibi farklı tecrübeler ilgi ve istidat neticesinde üretilen değerlerdir de.
Bunların içinde bir anlamda insanlığın ortak mirası; maruf, örf, urf diyebileceğimiz muteber değerler vardır. Bunlar, fıtrata, vicdana muvafık; işitildiğinde insanda olumsuz bir his oluşturmayan faydalı ve süreklilik arz eden değerlerdir. Yine bunlar, fıtrat ile uyumu cihetiyle İslâm’a ters değillerdir. İnsanın yaratılış hakikatine; fıtrat ve vicdana muhalif; heva-heves ürünü; yaratanı yok sayan veya yetkilerini gasp eden inanışlara ve bu zeminde üretilenlere gelince bunlar İslâm tarafından tasvip edilmezler. İşte sorun da buradadır ve bununla yüzleşilmelidir. Dînin kültürleşmesi veya kültürün dîn gibi sorgulanmaz kılınmasıdır burada mesele. Nitekim sorunun varlığı ve boyutu ezber bozan mesaj olarak vahyin gelmesinin de sebebidir. Gelenekle yaşamı çepeçevre kuşatan bozulmalar evvelemirde vahyin konusu olmuştur. Marufla geleneği, marufla kültürü tefrik eden ayraç, vahye muhalif olup olmama hususudur.
-Sorunla yüzleşmeyi biraz daha açar mısınız?
Bugün Müslümanları öncelikle ilgilendiren mesele vahyî hakikatlerin geleneksel kültürün bir parçası haline getirilmiş olmasıdır. Tersinden okuma da aynı vahameti ortaya koymaktadır. Geleneksel kültürlerin dîn haline getirilmiş olması, geleneğin vahiy gibi kabul edilip sorgulanmaz kılınmasıdır. Burada çözüme, muharref dîndarlığın vahiy dîndarlığı olmadığının kabul edilmesi; vahyin, üretilmiş değerlerden tefrik edilmesi ile ulaşılabilir. Körü körüne atalar yolu takipçiliği reddedilmeli, tecdit bilinci ihya edilerek Kur’ânî zeminde problemlerle yüzleşmekten imtina edilmemelidir.
Müslüman toplumların geri kalmasının ve bugün yaşanan birçok sorunun ardında tecdit bilincinin ertelenmiş olması yatmaktadır. İçtihat ertelenmiş, yeri, tabiatı ve kaynağı itibariyle farklı olan mitsel ya da usçu yaklaşımlar tarafından doldurulmuştur. Taklit taassubunun zihinleri dumura uğrattığı, tecdit bilincinin köreldiği, beşerî mülahazaların mutlaklaştırıldığı, ortaya çıkan yeni sorunlara Kur’ânî çözümler üretme zorunluluğunun ertelendiği bir gerçeklik zemininde, Müslümanların yeniden uyanış ve Kur’ân’la diriliş zorunluluğu vardır. Müslüman için esas olan, değişim gerçeğiyle yüzleşirken Kur’ânî çözümler üretebilmektir.
-‘İslâm kültürü’ dendiğinde ne kastediyoruz? Daha açık bir şekilde İslâm’ın bir kültürü var mıdır?
“İslâm kültürü” terkibinin kullanıldığı yer itibariyle yanlış hatta fasid olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda ‘İslâm kültürü’ olmaz ancak Müslümanların kültürü olur. Müslümanların kültürünün içinde doğrularla birlikte yanlışlar da vardır kuşkusuz. Bu tespit, kültürün doğası gereğidir. Müslümanların kültürü hatta doğrusu Müslümanlara (!) nispet edilen kültür sorgulandığında İslâm sorgulanmış olmaz. Keza sorgulanan üretilmiş değerlerdir. Velev ki doğrulama, övgü dahi bu terkip üzerinden yapılırsa yine hatalı olduğu kanaatindeyim. Nitekim bugün doğru denilenin yarın yanlış olduğu tespit edildiğinde hatalı olanın İslâm değil kendisine nispet edilen Müslümanların kültürü olduğu bilinmiş olunur. Yaşadığımız coğrafyaya bir bakalım! Müslümanların kültürü sahip oldukları gelenekleri üzerinden İslâm tanınabilir mi? Müslümanların carî durumu üzerinden İslâm tanınmaya kalkılırsa ne kadar güven verici bir durum, kabule şayan bir görüntü söz konusudur? Davet, Müslümanların kültürüne midir yoksa İslâm’a mıdır? Tabi ki İslâm’adır. Dolayısıyla İslâm’a bir sıfat veya eklenti yapmaya gerek yoktur. Zira İslâm, pür hakikattir. Ve bütün doğruları mahfuz hak inançtır.
Farklı terkipler için de bunu söyleyebiliriz. Örneğin “İslâm tarihi” netameli bir ifadedir. Zira kastedilen Âdem (as) ile birlikte vahyin; tevhidin seyri ise ne ala. Değil, günahı sevabıyla Müslümanların ortaya koydukları tarihleri ise buna İslâm’ın tarihi denmez, Müslümanların tarihi denilmelidir. Müslümanların tarihi övgüyü gerektiren şaheserlere sahip olduğu gibi hatalarla malul zafiyetlere de sahiptir. Ve yine ahlak... “İslâm ahlakı” ifadesi vahye müstenit her bir dengeli, fıtrî duruşu; kavimler ötesi, gelenekler ötesi bir safiyeti temsil eder. Böyle bir durum ancak Kur’ân ve Sünnet demektir. Peki, Müslüman ahlakı dediğimizde bu safiyeti görebiliyor muyuz? Hayır. Birincisi ideal iken ikincisi hatalar ile malul fiili durumdur. Burada Müslüman ahlakı yerine İslâm ahlakı derseniz doğru ile birlikte hataları da İslâm’a mal etmiş olursunuz! Kaldı ki İslâm, zaman ve mekânla mukayyet değildir. Âdem (as) ile gelen bütün peygamberlerin ortak mesajıdır.
“Kültür” ve “İslâm kültürü” kavramları da bu hassasiyetle okunmalıdır. Kavmine ve kimliğine bakılmaksızın beşer tarafından üretilmiş bir değer olarak kültür, yaratılış hakikatinin keşfi zemininde insanlığın yitiğidir. Müslüman olmayan birey veya toplumlardan gelmesi, keşfedilmesi reddedilmesi için sebep olmamalıdır. Evrensel beşerî ahlakta İslâmî esaslarla mezc olduğu sürece zenginliktir. Müslüman toplumlarda İslâm’ın gerekleri yaşanmadığı ancak başka toplumlarda fıtrî zeminde marufa dair değerler üretildiği takdirde, bu değerler İslâm’a muhalif değil muvafık demektir. Bunlar reddedilmemeli bilakis yitik olarak alınmalıdır.
-Senkretizm, kültürleşmenin ‘dîn’ anlayışındaki karşılığı nedir?
Müstakil bir konu olmakla birlikte dînin kültürleşmesi denildiğinde akla ilk gelen kavramlardan biri senkretizmdir. Senkretizm, farklı yaklaşım, inanış ve öğretileri kaynaştırıp uzlaştırma mantığına sahip felsefî bir düşünme biçimdir. Senkretizm, yer yer mistik kayıtsızlığı esas alan; siyasal talepleri olan ve fakat ötekisinden siyasaldan soyutlanmış bir dîn talebinde bulunan pragmatist bir yaklaşımdır. Felsefî ve teolojik karakteriyle senkretik (bağdaştırmacı) inançların günümüz gerçekliğinde politik talepler üzerinden yürütüldüğü görülür. Bu yönüyle de senkretizm farklı anlam dünyalarına sahip birçok kavramla iç içelik göstermektedir.
Kültürlerin senkretik bir harmanlamayla nasıl dîn haline getirildiğine; ardından tartışmasız kılınarak iman konusu yapıldığına farklı çalışmalarımızda değindik. Özellikle Türk Müslümanlığı kitabımızda Ümeyyecilikle başlayan süreç ve ardından senkretik karakterle oluşan tepki akımları; yaşadığımız coğrafyadaki kültürlerin bilhassa tasavvuf havzasında dînleşmesi serüvenini anlattık. Orada, gnostik karakterli düşünce ekollerinden beslenen dîn anlayışının İslâm dışılığını, senkretizm eleştirisi üzerinden yaptık.
-Peygamberi sevme, onun mesajını anma ve hatırlama hassasiyeti, kandiller, mevlid gibi seremoniler ortaya çıkardı. Dînî bir hassasiyetin ürünüdür denebilir mi bu ürünlere?
Vahyin son kez geldiği cahiliye toplumu dînsiz bir toplum değildi. Bu vurgu doğru anlaşılmalıdır. Ve hatta o toplum teşeddü ehli bir toplumdu. Dîndarlıkta şiddetli; dînde kuvvet ve dayanıklı bir toplum... Hemen hiçbir işleri ve inanışları yoktu ki kendilerini üzerinde buldukları atalarının dîni dikkate alınmadan yapılsın. Üretilen kandiller, mevlidler, kutlu doğum haftaları ve şimdilerde Hz. Peygamberi haşa uçup-kaçan bir mitsel figüre dönüştürme gayretleri hep dîndarlık hamasetiyle yapılmaktadır. Bunların bir kısmı süflî amaçlara malzeme yapılmak istenirken ekseriyetinin dîndarlık hamasetiyle yapıldığına inanıyorum. Ancak asıl samimiyet Allah’ın emir ve yasaklarına uymaktadır. Muteberlik Allah’ın dîninin dîndarlığındadır! Aksi takdirde insan sayısınca dîn ortaya çıkar. Vahye, Resulullah’ın sünnetine muhalif yönelimler samimi olabilir mi? Hep aynı muharref dîn anlayışı ile üretilen bid’at ve hurafelerdir bunlar. Dîne rağmen dîn. Birincisi Allah’ın dîni diğeri beşer uydurması dînler. Allah (cc), “Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?” (Furkan, 25/43) diye uyarmaktadır. Hurafeci mantığı harekete geçiren saik, Allah’ın dîni İslâm; Kur’ân ve Sünnet değildir. Harekete geçiren saik, ilah edilen heva-hevestir. Heva-hevesin ilah edilmesi de aslında bir tür dîndarlıktır. Ancak bu dînin dîndarlarına vekil olabilecek yoktur diye buyuruyor Allah (cc).
İlginçtir muharref toplumlarda iman ve İslâm’dan önce takva ve ihsan konuşulur. Oldukça masumane duran sinsi bir sapmayı besleyen nüanstır bu. Takva ve ihsan sahibi oldukları düşünülen; üzerinde takva ve ihsan alametlerinin (!) gözüktüğü öyle insanlar vardır ki, imanlarını zayi eden inanış ve eylem içindedirler. Unutulmamalıdır takva ve ihsan nakıs bir iman üzerine inşa edilemez. Bu alametler, iman ve İslâm’ı teyid edici olmalı iman ve İslâm tarafından tekzip edici olmamalıdır. Kaldı ki iman ve İslâm’a rağmen takva ve ihsan da olmaz. Nitekim bu tutum zaman içerisinde iman mevhumunu anlamsız içi boş bir heyulaya; mürcie inancına dönüştürmüştür. İrcaî düşüncenin vardığı modern algı da bu zemindedir. Yapılanlar dîndarlık adına yapılmaktadır, oysa sonuç ihyaya değil imhaya varmıştır. Ve hatta bu tür dîndarlık seremonilerine katılmayıp tasvip etmeyenler kınanır, ehl-i sünnet dışılıkla itham edilirler. Yani Sünnete ittibaya çağıranlar sünnet dışı ithamına maruz kalırlar. Çok gariptir, Resulullah’a dahi sabiî diyorlardı. Hz. Ömer Müslüman olduğunda ona da demişlerdi. Ne demek biliyor musunuz? “Dînden çıktı.” Suphanallah! Dîne çağırana dînden çıktı diyorlar. Şairin, “körler memleketinde görmek, bir hastalık sayılır.” mısraı ne kadar da tasvir edicidir. Hâsılı o toplum dînsiz değildi, bir dîn üzereydi. İşte o dîn gelenek dîniydi. Dînin kültürleşmesi tam da budur. Hangi dönemde hangi toplumda yaşanırsa yaşansın fark etmez.
-Toplumlar kendilerine, vahyedilenle tarihsel süreçte bir takım ritüeller, seremoniler üretiyorlar. Toplumların bu seremoni ve ritüelleri vahyedilen İslâm ile karşılaştırıldığında nasıl bir durumla karşı karşıyayız?
Resulullah (as)’ın vefatından sonraki süreçte farklı kültürlerle karşılaşmalar etkileşimi ve dolayısıyla değişim ve dönüşümü kaçınılmaz kılmıştır. Toplumlar fevç fevç İslâm’a girdikleri gibi farkındalık dinamiğinin zayıflamasıyla orantılı bir şekilde Müslüman toplum da başkalarından etkilenmiştir. Müslümanların sahabe döneminden uzaklaştıkça Kur’ânî peygamber kavrayışının zayıfladığı vakıadır. Peygambere sevginin O’na itaat ile gösterileceği hakikati, O’nu, “kul-nebi” olarak görme gereği, yer yer Ulûhiyet vasıflarına sahip efsanelerle dürülü mitolojik-peygamber algısına dönüştü.
Bu algıyı besleyen ister peygamber sevgisi, isterse dîndarlık hamaseti olsun fark etmez. Gelinen noktada inanılanlar, İslâm dışı kültürlerden devşirme hurafeler yığınıdır. Kur’ân, indiği toplumun öncelikle tanrı tasavvurunu düzeltiyor ve doğru bir Allah inancı inşa ediyor. Zamanla tekrar tasavvurlara varıncaya dek bir bozulma söz konusu oluyor. Şu anki durum da budur. Duygusal bir muhayyile efsanevî, esrarengiz tutum, neredeyse beşerî hüviyetinden tecrit edilmiş adeta melekleştirilmiş bir peygamber anlayışı söz konusudur. Bunun rivayet kültürüyle desteklenmesi işin vahametini artırmıştır. Menkıbe, keramet ve faziletleri anlatma adına oluşan peygamber inancı, beşerî özellikleri göz ardı edilen beşer üstü kutsal bir varlık tasavvuruna dönüşmüştür.
-Tarihsel ve kültürel birikime karşı dînin müdahalesi nedir?
Vahiy, ezber bozan bir mesajdır ve insanlığın gidişatına ilahî müdahaledir. Her uyarı ile insanlık bir kez daha doğru Allah inancına ve dolayısıyla doğru bir Peygamber tasavvuruna kavuşmuştur. Sahabe kuşağı cahilî tanrı telakkisinden arınmış, vahiy, peygamber, melek, cin, hayat, kadın-erkek hülasa dîn ve dîndarlık tasavvurları yeniden inşa edilmiştir.
Nitekim bütün peygamberlerin ortak mesajı, “Allah’tan başka İlah olmadığına inanmak ve kulluğu sadece Allah’a has kılmaktır.” Evvelemirde İlahî mesaj ile dînin müdahalesi bu yönde olmuştur.
-Somut bir kavram üzerinden gitmek istiyoruz; ‘sivilleşme’, ‘sivil toplum’. Peygamber Hılfu’l-fudul’a üyeydi ve bazı rivayetlere göre elçilik geldikten sonra da ‘üye olurdum’ ikrarı var. Bugünkü şartlarda ‘yardımlaşma’, ‘ezilenlerin hakkını koruma’ gibi İslâmî hassasiyetler ‘sivil toplum’, ‘insanî hak dernekleri’ gibi bir pratiğe sarılmamızı gerekli kıldı. Ne dersiniz, sizce bu İslâmî bir hissiyat ve hassasiyetin aks-u lameli olarak değerlendirilemez mi?
Modern toplumların problemlerine yönelik olarak ortaya çıkan sorunlara çözüm arayışları çoğu kez ya felsefî bir öneri ya da yeni bir teolojik tanımlama üzerinden yapılmıştır. Geliştirilen teolojik tanımlamalar kuşkusuz içine doğduğu konjonktür göz ardı edilerek değerlendirilemez. Oluşan yaklaşımda kullanılan dînsel argümanların epistemik zemini iç tutarlılık açısından önemlidir. Keza bu, çözüm önerilerinin oturduğu zemin açısından aslî unsurdur. Ve yine bu açılımları, “ideal toplum önerileri”nden hatta cari yönetimlerden ayrı düşünmek de olası değildir.
‘Sivilleşme’, ‘sivil toplum’ önerilerinin ne epistemik zemini ne parametreleri ne de teoriden pratiğe giderken oluşan hareketi cihetiyle İslâmî hissiyat ve hassasiyetle alakası vardır. Keza İslâm’ın bütüncül yapısı, parçacı, pragmatik ve beşerî üretmelere şerh düşmeye müsait değildir. Modern toplumların problemlerine dair çözüm önerilerinde İslâm’dan da unsurların olması başka, bu unsurları taşıyan paradigmaların ‘İslâmî’ kabul edilmesi ve/veya oradan hareketle ‘İslâmî olanın oluşturulması’ daha başkadır.
Müstakil olarak bu konuyu değerlendirdiğimiz bir çalışmada, mustaz’af, hilfu’l-fudûl ve maslahat kavramlarını ıstılahî yönüyle ele almış modern bir paradigma olarak Latin Amerika’da geliştirilen Kurtuluş Teolojisinin İslâmîliği imkanı üzerinden değerlendirme yapmıştık. (Ramazan Yazçiçek, “Kurtuluş Teolojisi’nden Hareketle ‘İslâmî Bir Kurtuluş Teolojisi’ İmkânı, Tezkire, Ankara, s: 40, ’04, s. 68-91.)
Hilfu’l-Fudûl’a gelince öncelikle şu noktanın tespiti gereklidir: Esas itibariyle Hilfu’l-Fudûl’un amacının İslâm’da sağlanmış olması itibariyle İslâm’dan sonra Hilfu’l-Fudûl yoktur. Çünkü İslâm, bizatihi fazilettir; yani çözümün özü; tümü itibariyle şerrin her çeşidini bertaraf etme imkânıdır. Aslında Hilfu’l-Fudûl İslâmî yönelimlerin son dönemde gündeminden düşmeyen bir yöntem arayışıdır. Bu arayışı tecdidi bir çaba olarak önemsiyorum; ancak bunun, şer’î şerife rağmen, faydacılıkla sığınılacak bir fetva olmadığının özellikle altını çiziyorum.
Hilfu’l-Fudûl’da esas amaç, hak ve adalet için erdemlilerle işbirliğidir. Bunun öncülü, ittifak edilen konuda şer’î şerife muhalif bir durumun olmamasıdır. Bu, amaç için her yolu meşru görmeme; amaç-araç uyumu demektir. Kötünün kötüyü devirmesinden iyi doğmaz. Reddedilen kadar yerine ikame edilen de önemlidir. Risâletten sonra belki fıkhı oluşmamış günümüz ortamında bir yöntem olarak görülebilecek Hilfu’l-Fudûl’un hümaniter her bir yaklaşımın sığınağı olmadığı bilinmelidir.
Hz. Peygamberin de iştirak ettiği “hilf” (anlaşma) mala, servete, güce karşı koyuş gerekçeli değildir. Amaç, başkasının malına haksızca el koymaya, zalimin kaba kuvvetle ve zulümle gasp ettiği malı hak sahibine iadesini temin etmeye ve zalimin mazlumu ezmesine engel olmaktı. Nitekim malı ilk alınarak iade edilenin Yemen’li bir tüccar olduğu gerçeği vurgumuzu teyid etmektedir. Hilfu’l-Fudûl başı ve sonu hayır olan bir birlikteliktir. Bu iç dinamik dikkatten uzak tutulmamalıdır. Müslümanlar kötülüğün izalesi iyiliğin ikamesi noktasında faziletlilerle birlikte hareket edebilir. Hilfu’l-Fudûl ile ilgili önemli bir nokta da zulme karşı Müslüman olmayanlarla ortak bir çabanın içinde olunurken alternatif çözüm noktasında İslâm’ın tercih ve tavrını ortaya koyabilmektir. Müslümanların reddetmekle emroldukları halde yanlışın meşruiyetine sebep olabilecek birlikteliklerden kaçınmaları gerekir; keza böyle bir ilişki ıstılahî olarak Hilfu’l-Fudûl’u karşılamaz. Nitekim konuya maslahat açısından baktığımızda da kanaatimizi karşılayacak yeterince delil vardır:
İslâm hukukçuları maslahatın muteber olduğunu ittifakla kabul eder. Onlara göre nefsî arzunun mahsulü olmayan ve nass’lara aykırı düşmeyen maslahatla amel etmek gerekir. Aynı zamanda maslahatın şer’î bir delile aykırı olmaması, kat’î ve küllî (umûmî) olması da şart koşulmuştur. İslâm hukukçuları, bilgi elde etmenin ilk yolunun haber-i sâdık olduğunu söylemektedirler. Keza Allahü Teâlâ’nın emirleri maslahat’ı kavramamızda ilk yoldur. O’nun nehiyleri de mefsedet’i gösterir. Gazalî: “Maslahattan maksat, şer’î şerifin gayelerini korumak ve gerçekleştirmektir” der. İlâhî teklife muhatap olan her insan, emrin en yüksek derecesi olan ‘tevhid akidesini’ muhafaza etmek, en şiddetli nehiy olan ‘tağut’a kulluktan’ da kaçınmak durumundadır. Zira küfür, mefsedet hükmündedir. Mefsedetin izalesi imkân olduğunda her Müslümanın üzerine vaciptir. Tağutî güçlerle savaşmak maslahatın en üst derecesidir. İbn-i Abidîn: “Dînin muhafazası, maslahatların en üstünüdür” hükmünü zikreder.” Demek maslahat, keyfi olarak arzu ve heveslerle belirlenemez. “Eğer hak, onların kötü arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi” (Mü’minun, 23/ 71).
İslâm, tarih boyunca sosyal yaşama müdahale etmeyi hedeflemiştir. Günümüzde yeni tehlike, “Lâ İlâhe İllâllah”ın profan veya metafizik yönelimlere eklemlenmesindedir. Bu sebeple İslâm, beşerî paradigmalara eklemlenmeden kendi inanç ve yöntem gerçekliği içerisinde sahiplenilmelidir. Sosyal-siyasal hayata müdahaleyi imanın zorunlu gereği gören İslâm, her sapmada vahye rücû edişi telkin eder. Bu ahenk ve bütünlük, İslâm’ın bütüncül özelliğindendir.
-Anadolu’nun İslâmlaşmasında(!) tasavvufî düşünce üzerine tarikatlar bina ediliyor. Yani, yeniden bir yapılanma süreci… Türk dînî kimliği şekilleniyor… Bu sürecin, ‘Anadolu’nun İslâmlaşması’ bağlamında kısa bir tahlilini nasıl yapabiliriz?
Hz. Ömer dönemine geri dönmek istiyorum. Askerî yönden mağlup edilen Fars ülkesi kültürel yönden mağlup edilememişti. Zerdüşt dîninin ve Yunan felsefesine alternatif olan Cundişapur Okulu birikimine sahip Fars kültürünün olanca cürufu Müslüman topluma inanç umdeleri diye aktarılmıştı. Bu zeminde ihtida edenlerden kendilerini İslâm’a değil İslâm’ı kendilerine uyduranlar vardı. Hak dîne değil galip dîne teslim olanların faturası ağır, şekli, ismi değişip özü değişmeyenlerin geleneksel dîn anlayışının oluşumunda etkileri büyük olmuştu.
Yahudiler gibi kendilerinin dünyanın efendileri olarak yaratıldıkları düşünen Farisîlerin Araplarla mukayeseyi dahi içlerine sindirmezken, ezici bir savaşla onların egemenlikleri altına girmeyi kolay kabullenecekleri durum değildi. Ve öyle de oldu. Bu kez İslâm’ı kendilerine benzetmeyi politika haline getirdiler.
Emevîlerin zulmüne karşı oluşan her türlü tepki, niteliğine bakılmaksızın karşı cephede yer almakta gecikmemişti. Bu cephe, Şu’ûbiyye akımıdır. Heterodoks (cemaat dışı) akımlar için uygun siyasal bir zemin temelinin daha ilk dönemde Şu’ûbiyye ile atıldığı kanaatindeyiz. Türk heterodoks dîn anlayışı da bunun dışında değildir. Ümeyyecilik muhalifliği, İran, Hint, Orta Asya İslâm öncesi dînlerinin farklı formlarda ve fakat kitabî olan dışında devamlılığını sağlama fırsatını doğurmuştu.
Bu hareket zamanla Şu’ûbiyye’nin de ötesine geçmiş, İslâm dışı unsurların farklı isim ve ekoller olarak yapılanma ve devamını sağlamıştı. Sonraki dönemlerde oluşan senkretik ve heterodoks zümrelerin oluşmasının fırsatı daha o dönemde Şu’ûbiyye hareketiyle yakalanmıştır. Çakışan meşruiyet talepleri sınır tanımamış, geçmiş kavimlerin sapmaları benzeri bozulmalar İslâm toplumunda da meydana gelmiştir. Sosyal ve siyasal bir zemine oturan bu sapmaların önemli bir kısmı zamanla akideye taşınmış ve maalesef ihtilaf alanları genişlemiştir.
Türk toplumunun İslâm anlayışı, bu anlayışın tarihsel kökleri ve teşekkülü sürecinde kendisiyle temasa geçilen toplumlar hakkında doğru bilgilenmek gerekir. Bunu elde etmenin bizce iki yolu vardır: Bunlardan ilki, Türklerin İslâm’la tanışma serüvenini incelemek ve süreci doğru okumak iken bir diğeri, günümüz Türk dîn anlayışını Kur’an ile test etmek ve ortaya çıkan farklılıkları tespit etmektir. Şu noktanın öncelikle vurgulanmasında fayda mülahaza ediyorum: Aslında her bir etnik, bölgesel veya sosyal gurubun İslâm anlayışı hakkında doğru kanaate varmanın yolu bu değerlendirme yöntemini uygulamaktır.
Hiçbir tasavvuf cereyanı İslâmiyet’in beşiği olan Arabistan’da doğmamış ve yerleşip gelişmemiştir. Bu tespit tasavvufun yapısı itibariyle İslâmiyet’i eski kültürleri dâhilinde algılayan Mevâlî orta tabakasının kitabî ve nasçı İslâm anlayışını temsil eden hâkim Arap Müslüman sınıfına karşı geliştirdiği mistik bir tepki hareketi olmasının açık bir delilidir (Bkz.: Ahmet Yaşar Ocak, Kalenderîler, TTKY, Ankara 1999). Türkler İslâmiyet’i büyük ölçüde tasavvuf kanalıyla almışlardır. Bunun da esas itibariyle kitabî bir İslâm anlayışına muhalif mistik hareket olduğu tekrarla zikre değerdir. Binaenaleyh bu anlayış doğru okunmadığı sürece günümüz varislerinin ellerinde bulunan bakiyenin niteliği doğru anlaşılamayacaktır.
-Sonlara yaklaşıyorken şunu sormak istiyoruz; hem toplumsal hem de dîn anlamında Osmanlı’nın kozmopolit yapısı, uzlaştırmayı hedefleyen bir taraftan da yeni dînî argümanlar, seremoniler üreten bir yapı. Osmanlı’da, ‘İslâm’ın kültürel havzası’nın oluşumuna dair neler söyleyebiliriz?
Anadolu’daki bugünkü İslâm ahalisinin dînî hayatını doğru anlamak için Türkmenlerden mürekkep kavmî unsurların Anadolu’ya nasıl, hangi mahiyette ve hangi itikâta sahip olarak geldiklerini bilmek zorunluluğu vardır. Bu anlamda İslâm Medeniyeti dairesine girmiş olan Maverâünnehir ve İran sahalarına gelmeden önce Oğuz Türkmenlerinin hangi dîn ve an’anelere sahip olduklarını bilmekte fayda vardır. Şurası muhakkaktır ki, hariçten gelme itikat sistemlerinin kuvvetine rağmen yeni İslâmî şekiller altında Türkmenlerin eski an’anelerinin sonradan kabul ettikleri dînlerden daha etkin olduğu ortadadır. Türkmenler, İslâmî şekiller altında eski kavmî an’anelerinin izlerini takip ediyorlardı. Örneğin halk velîleri olan ‘Türkmen Babaları’nda eski ‘Türk Kam-Ozan’larının İslâmlaşmış şeklini görmekteyiz.
Tarihte bir çok kez yaşanan saltanat kavgası, Türk kültürü müdavimleri ile İran kültürü temsilcileri arasında ve fakat tasavvuf ortak paydasında yapılmıştır. Bu kavgada dîn adına ileri sürülen görüşler çoğu kez muharref inanışlara dayanan görüşlerdir (Yazçiçek, Türk Müslümanlığı). Osmanlı’da, ‘kozmopolit yapı’ tasvirinizi teyid eder şekilde kitabî bir inanç üzere olanların yanında, tasavvufî ve an’anevî kodların sosyal hayatının ve dîn anlayışının kılcallarına değin sirayet ettiği zümreleri görmek de mümkündür.
-Belli zamanlarda yapılan, tekrarlanan törenler dîne/ kutsala yönelişin bir göstergesi midir?
Kültür dîndarlığının artması ve gösterişçi dîndarlık, dîne yönelişin göstergesi olamaz. İçi boşaltılan kavramlar üzerinden dîndarlık tanımı yanıltıcıdır. Bu, tabir caizse ‘dırar’ gibi bir durumdur. İman-küfr mücadelesinde özellikle şu nokta göz ardı edilmemelidir: Allah’ın arzının hemen her yerinde olduğu gibi, üzerinde yaşadığımız coğrafyada da İslâmî düşünceye yöneliş hızlanmış, şeklen de olsa artık İslâmî söylem ve motiflerin yer yer daha bir ağırlık kazandığı görülmektedir. Bir zamanlar söylenilen, “Biz Kur’ân’ı anlayamayız” v.s. sözlerinin yerini, şimdilerde, “Kur’ân’daki İslâm”, “Kur’ân İslâm’ı”, “Kur’ân ve Sünnet ölçüdür” gibi ifadeler almıştır. Kur’ân vurgusunun ön plana çıktığı bu aşama, kuşkusuz sevindirici, düne göre önemli ve de olumlu bir evrilmedir. Ancak burada, “Kur’ân ölçüdür” denildiği halde, fırka, indî görüş ile Kur’ân’a gelindiği gibi yine saptıran elebaşlarla arınmadan Kur’ân’dan çıkılıyorsa, o zaman, “Kur’ân ölçüdür” söylenmesinin faydadan öte zararı olacaktır. İşte dırar tasvirimiz bundan ötürüdür. Zira Kur’ân’a dönüş ne kadar gerekli ve de değerli ise Kur’ân’a yönelişten ne anlaşıldığı da bir o kadar önemlidir. Keza, “Kur’ân’daki İslâm”dan kitleleri şeytanizme râm etme, âyetlere batınî manalar verenleri kutsama, Allah’a ağız dolusu küfreden mistik hezeyanları “hak ve aşk şehidi” ilan etme, reddetmekle emrolunan tağutu tasdik ve tasvip etme anlaşılıyorsa şayet, öncelikle bu inanç, Kur’ân’ın öngördüğü inanç değildir.
Bid’at ve hurafelerin dîn diye yaşandığı günümüzde, “Kur’ân” vurgusu olumlu karşılık bulmuştur. Zaten olması gereken de “Kur’ân”ın esas alınmasıdır. Her müslümanın talep ve çabası bu noktada yoğunlaşmalıdır. Toplumun kokuşmuş dîn algılayışı, bid’at ve hurafelerle dürülü dîn telakkisi, doğruları Kur’ânî olan bu söylemin ilgi ile izlenmesine sebep olmuştur. Ancak “Kur’ân” vurgusu, insana, Allah’tan başka edinilen ilâhların, rableştirilen şahısların reddîni, tağutun bütün çeşitleriyle inkarını ve de fitne kalmayıncaya; dîn bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar Allah yolunda mücadeleyi emretmektedir. Burada, birileri “geleneksel dîn anlayışı”nın reddi ile elde ettikleri primi, şeytanizme, profan sistemlere meşruiyet tanımakta kullanmaktadırlar. Oysa kof kültür dîninin iflası, Kur’ân’ın bütün boyutlarıyla hayata ikamesini zorunlu kılmaktadır. Haklı bir noktadan hareket, varılan yanlış noktayı meşrulaştırmaz. Çıkış noktasının doğruluğu, alternatif çözümün de doğruluğuyla bir anlam ifade eder. Neticede Kur’ân’a yöneliş bize Kur’ân dışı hezeyanları; batınî, hurufî yaklaşımları tereddütsüz reddetmeyi emreder.
-Kutsala yönelişin gerçekçi göstergesi nedir?
Günümüz insanının tasavvuru büyük ölçüde modern aklın tahrifatına uğramıştır. Bakın “kutsal” diyorsunuz. Sizi kınamıyorum! Ancak “kutsal”ın nemenem bir şey olduğunu bilmiyorum(!) Kutsalın, dîn ve hele ed-dîn olmadığını ise biliyorum. Ve hatta kutsal’ın, hayat tarzı ve Allah nezdinde kabul olunacak tek hak dîn olan İslâm demek olmadığını ise çok iyi biliyorum. Maalesef bu sıkıntı çoğumuzun lisanına sirayet etmiştir. Etik diyoruz ahlak yerine. Aşkın diyoruz Allah yerine. Kuşkusuz kutsal, etik, aşkın gibi modern terminolojinin (!) kullanılacağı kendi anlam dünyaları vardır. Ancak bu İslâmî ıstılahlara (!) mukabil değildir. Kavramların aslî mecrasına rücû ettirilmesi lazım. Bu sebepten tahrip olmuş tasavvurlar, yeniden ve her an vahyin inşasına muhtaçtır diyorum. Keza doğru bir tedaviye ancak tasavvurdan başlayan isabetli bir süreçle varılabilir.
Kur’ân’da dine yönelişin nasıl olacağı bildirildiği gibi nasıl olmayacağı da bildirilmektedir. Allah, münafıkların imanını yalanlamakta, “İnanacaksanız müslümanlar gibi inanın” (Bkz.: Bakara, 2/13.) diye buyurmaktadır.“Nitekim biz, (Kur’an’ı) kısımlara ayıranlara azabı indirmişizdir. Onlar, Kur’an’ı bölüp ayıranlardır. Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsini yaptıklarından dolayı sorguya çekeceğiz. Sana emrolunanı açıkça söyle ve müşriklerden yüz çevir!” (Hicr, 15/90-94.) Kur’ân, Allah’tan gelmiş bir öğüt ve apaçık kılınmış, öğüt almak için kolaylaştırılmıştır. (Kamer, 54/17, 22, 32, 40; Duhan, 44/2; En’am, 6/98, 114, 157; Yusuf, 12/1; Şuara, 26/2; Nur, 24/1, 34, 46.) O, en doğruya ileten, rehber, yol gösterici (Casiye, 45/11; Bakara, 2/2; İsra, 17/9.) zikirdir. O, diri olanların uyarılması (Yasin, 36/70; Bkz.: 27/80; 30/52; 35/22.) için gönderilmiştir. Kur’ân’ın rehber oluşu her ihtilafta yol göstericiliğidir. Müslümanın bir anı dahi Kur’ân’dan kopuk olamaz. Kur’ân dışı beslenenler problemlerinin çözüm kaynağını başka zeminlerde ararlar. İman edenler ise,“İleride ondan sorumlu tutulacaksınız.” (Zuhruf, 43/44.) diye işaret edilen kitapta çözümü ararlar. Dolayısıyla Allah’a yönelişin gerçekçi göstergesi, gereği üzere bir hayattır.
Sözlerimi izninizle şu noktayı hatırlatarak tamamlamak istiyorum: Madem, dîni hayat; hayatı da dîn kılmak gerekiyor, o halde dünyanın geçici metaına aldanılmamalı ebedi âlemin gereği unutmamalıdır. Gelenek dîndarlığından, kültür dîndarlığından vahiy Müslümanlığına niyet etmeliyiz. Bir de burada kültürü daha ziyade gelenek yönüyle konuştuk. Modernitenin diğer cehennem olduğu da unutulmamalıdır. Bu tarafta da modern mitoslar çağdaş hurafeler, dînleştirilen ideolojiler var. Bilimin dînleştirilmesi, aklın dînleştirilmesi tehlikesi vardır. Bid’at ve hurafe derken aklımıza ilk gelen kabir putçuluğu, nazar boncuğu, ağaçlara çaput bağlamadır. Artık taştan, ağaçtan put yapılmadığı izahtan varestedir. Günümüzde insandan, düşüncelerden, ideolojilerden putlar vardır. Nice yüzleri kâbeye dönük olanlar var ki, maalesef kalplerinin kâbeleri farklı farklıdır. Daha az tehlikeli olmayan bu husus unutulmamalıdır. Salt geleneği hedef tahtasına oturturken dînin moderleşmesi veya modern taleplerin dînleşmesi göz ardı edilmemelidir.
Netice itibariyle, Kur’ân’ı uyan olmaktan çıkartır, hayat tarzımızda ona uyar onu, uyulan kılarsak o zaman “Kur’ân müslümanı” oluruz. “İman edenlerin Allah’ı anma ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı.” (Hadîd, 57/16.)
Dînin kültürleşmesinin bariyeri, dînin Allah’a has kılınmasıdır. Kültür İslâm’ından vahiy İslâm’ına geçişin yolu da hakikatin ta kendisi olan Kur’ân’a yönelmedir.
Hocam, vakit ayırıp sorularımızı cevapladığınız için çok teşekkür ederiz.
Ben de Allah’a hamd ve yoluna tabi olanlara selam ediyorum. Teveccüh edip soru yönelttiğiniz için de sizlere teşekkür ediyorum.
Kaynak: Ramazan Yazçiçek ile “Dînin Kültürleşmesi ya da Kültürün Dînleşmesi Üzerine”, Röportaj: Fatih Bütün, Nida, Malatya 2014, s. 28-38, s: 163.