Bazılarımıza ağır bir hüküm gibi gelse de gerçek şu ki, çok partili parlamenter rejimle yönetiliyor gibi görünsek de, hakikatte genel geçer olan politik sistemin ve bunu besleyen kültürün dokusu totalitarizme dayanmaktadır.
Bu, öylesine rafineleştirilmiş ve nüfuz edici enstrümanlarla donatılmış bir totalitarizm ki, normal zamanlarda hemencecik fark edilmiyor; ne zaman ki toplumdan sivil ve özgürlükçü talepler yükselecek olsa ve bu talepler siyaset yoluyla temsil edilip hukuki düzenlemelere konu olsa, sistem totaliter yüzünü göstermeye başlar.
Sol ve sosyalist aydınlar, sorunun sadece sınıfsal çatışmaya dayandığını düşündüler. Hiç kuşkusuz bunun sınıfsal bir boyutu vardır, ancak zihinsel ve kültürel boyutu bir o kadar önemlidir. Yani, Türkiye'de milli eğitim, empoze edilen milli kültürle, iktidar seçkinleri, dünyayı ve süren toplumsal gelişmeleri totalitarist bir perspektifin dışına çıkarak anlayamıyorlar, hatta algılayamıyorlar. Bu yüzden ne liberal söylemler ne dünyada öne çıkan temel hak ve özgürlük talepleri ile artık müzakeresi bile ayıp olan din ve vicdan özgürlüğü gibi ana politik değerler, Türk iktidar elitinin semtine bile uğramış değil. Onlara göre, modernlik bir kereliğine ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde kurucu kadro tarafından tanımlandı, şekillendi ve ebedi bir dogma olarak vazedildi. Bundan sonra yapılması gereken, toplumun pozitivist ve otoriter laiklikle kafasına vura vura modernleştirilmesidir. Yeni siyasi ve hukuki fikir ve idealler ancak Türkiye'yi zayıflatmak üzere iç ve dış düşman tarafından kullanılır. İslamiyet, asla bir medeniyet referansı olamaz, hak ve özgürlükler mücadelesinde temel alınamaz; İslamiyet mutlak kötülük, gerilik, zarar ve yıkımdır. Devlet bir yandan Diyanet'le, kaynaklarının bir kısmını hiç gündeme almamakla unutturmaya çalışacak, bir kısmıyla da devletin resmi paradigmasına göre yorumlayarak kontrol edecek; diğer yandan tartışmasız biçimde baskı altında tutacak. Ne zaman da dindarlar baskıdan şikayet etse, hemen böyle bir baskı olmadığı söylenecek, mesela "Camileriniz açık değil mi?" diye mugalataya başvurulacak. Bu baskı rejimini ayakta tutmanın bir yolu, dış güçlerin desteğini almaktır. Dış destek için gerekirse, halk şikayet edilecek.
Son zamanlarda bu tür şikayetleri sıkça duyar olduk. Mesela, eski başbakanlardan ve ANAP genel başkanlığı da yapmış şimdiki Rize Milletvekili Mesut Yılmaz, İslâm dini ile ilgili düşüncesini Avrupa Parlamentosu (AP) Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk'a açıklamıştı. Lagendijk'ın Star gazetesine yaptığı açıklamaya göre Yılmaz, "Müslüman ve Hıristiyan ülkelerdeki laiklik farklı. Hıristiyan ülkelerde 'saldırgan laiklik' konusunda haklı olabilirsiniz; ama biz Müslüman ülkelerde yaşayanlar laiklik konusunda daha saldırgan olmalıyız, çünkü İslam din olarak daha saldırgan. Elini kaptırsan kolun gider." demişti. Yılmaz'ın askerî darbeler konusundaki görüşleri de çok ilginç: "Parti kapatma iptidai bir ceza; ancak Türkiye gerçekleri karşısında bu uygulama korunmalıdır... Ben Türkiye'de orduyla polemiğe en çok giren siyasetçilerdenim. Ama şunu söyleyebilirim ki, Türk generallerinin ülkeyi yönetmek arzusu yok. Yönetmek isteyenler de ayıklanıyor. Ama bölücülük ve irtica tehlikesi devam ettiği sürece askerin kışlasına dönmesi beklenemez." (Zaman, 14-15 Temmuz 2008) Ne garip, halkının ezici çoğunluğu Müslüman bir ülkede başbakanlık yapan Mesut Yılmaz'dan bu hakaretamiz sözleri duyan AP Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk, bu görüşlere katılmadığını söylüyor.
Sağcı muhafazakar siyasetçi Mesut Yılmaz bu konuda yalnız değildir. YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu ve 50 sene dindar insanların desteğini alarak ayakta kalan Süleyman Demirel de, İslam dinini ve halkı dış dünyaya şikayet ederek hâlâ içeride zemin kazanmaya çalışmaktadır. Çarşamba günü bu konuyu ele alacağız.
ZAMAN