DİYANET
Türkiye Cumhuriyeti'nde Dinin Tanzimi
Devletin varlığını devam ettirmesi için modernleşme çabaları içinde olan Osmanlı'da dinin alanın taşıyıcısı ilmiye sınıfının etkinliği, 1800'lü yıllardan itibaren görülür bir biçimde azalmaya başlamıştı. Modern mahkemeler oluşturulmuş, İslam hukuku daha çok aile hukuku alanında kullanılırken diğer alanlarda örfi hukuk/padişah kanunları iyice hakim hale gelmişti. Cumhuriyet kurulurken ise İslam'ın eski dönemlerde oluşmuş formu olan siyaset/hilafet, şeriat/hukuk, tarikat/maneviyat alanları tamamen tasfiye edilmiş itikat ve ibadet alanları ise Diyanet kurumu kurularak devletin kontrolüne alınmıştı.
Tanıtmaya çalıştığımız kitap son günlerde resmi ideolojinin kutsallarının, camilere mahyalarla asılması konusunda konumu tekrar tartışılan Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili İletişim yayınlarından 2009 yılında çıkan İştar Gözaydın'ın 352 sayfa olan çalışmasıdır.
''Türkiye'de din-devlet ilişkileri ve laiklik tartışmaları, Cumhuriyet'in kuruluşundan itibaren iç içedir. Devletin dine, dinin toplumsal rolüne ve örgütlenmesine müdahale etme isteği, bu isteğin somutlaşmış hali olan bir kamu kurumuyla perçinlenmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı, hem devletin beklentilerine hem de toplumsal ihtiyaçlara cevap vermek ve bu cevapların laiklikle ilgili tartışmalarda dengeyi bozmasına engel olmak üzere faaliyet gösterir. Yalnızca ibadet, dinselliğin gündelik hayat içerisindeki düzeni değil, bilakis ilahiyat da Diyanet'in görev alanında sayılır. İştar Gözaydın bu analitik ve kapsamlı çalışmasında, kurumun tarihi, bu tarihin kısıtlarına hapsolmuş hukuki düzeni, kurum olarak örgütlenmesi, bütçesi, kadrosu, organizasyon şemalarıyla Diyanet İşleri Başkanlığı'nı ayrıntılı bir incelemeyle ele alıyor. Gözaydın, sadece bir kurumu değil, din-devlet ilişkisi ve toplumsal tartışmalardaki siyasal mülahazaların da muhatabı olan bir organizasyonu, Türkiye tarihindeki laiklik tartışmalarıyla da örtüşen bir perspektiften tartışıyor.''
Üç bölümden oluşan eserin ilk bölümünde Gözaydın cumhuriyetin kurulmasından itibaren devlet-din ilişkilerini dönemler ve o dönemlerdeki önemli olaylar üzerinden anlatıyor. Toplumsal etkileri ve hassasiyetleri milli mücadele döneminde gözeten kurucu kadro devletçi/otoriter bakışları gereği iktidarları için pragmatik davranmış, dönemlere göre değişen biçimde işlerine gelen ideolojik tarzları kullanmaktan çekinmemiştir. Dinsel etkilerin baskın olduğu, siyasal iktidarın kuramsal olarak dinsel nitelikte olduğu bir toplumdan, alışagelmiş düzenden farklı laik nitelikli bir yapıya geçişe Müslüman halk silahlı ayaklanmalarla karşı çıkmıştı. Batılılaşma ve modernleşme projelerine karşı Bingöl'de Şeyh Said isyanı (1925), Menemen olayı (1930), Bursa'da Ulucami olayı (1933), Siirt'te Şeyh Halid olayı (1935), İskilip olayı (1936) (s.26) vd.'leri gerçekleşti.
Laik sistemin hukuki yönünü oluşturmaya yönelik düzenlemeler, Müslümanlar tarafından kimliklerine yönelik baskı, korkutma, yıldırma ve sindirme politikaları olarak değerlendirildi.(s.27) Çok partili hayata geçişle birlikte dinin toplumsal etkileri kadar siyaset yapıcılarında dinin gücünden siyaseten istifade etmek istemeleri tek parti döneminde zorbaca uygulanan Kur'an eğitiminin yasaklanması, ezanın Türkçe okunması, hacca gidilmesinin yasaklanması gibi uygulamalarının düzeltilmesini sağladı. Bununla birlikte seçmeli din derslerinin okullarda müfredata 1950 yılında konulması, 1951 de 7 adet imam hatip okulunun açılmasında da halkın taleplerinin etkili olduğu söylenebilir. Devletin 1960'lardan sonra yükselen komünizm tehlikesine karşı dini ve cemaatleri kullanma politikası da verdiği tavizlerde etkili oldu. Yazar 1950'den 2008 yılına kadar kısaca din-devlet ilişkilerini ve önemli başlıkları anlatarak birinci bölümü tamamlıyor.
İkinci bölümde Gözaydın Diyanet İşleri Başkanlığı'nın hukuki yapısını inceliyor. Kurumun kurulduğu 1924 ten 2008 sonuna kadar olan süreç içinde örgüt yapısının değişimi bu bölümde ayrıntılarıyla anlatılıyor. Bu değişimi görmek açısından eklere konulan şemalar oldukça aydınlatıcı olmuş. Uygulamaların yol açtığı sorunları ve bunlara yönelik hukuki düzenlemeleri de tartışan yazar bunları en temelde üç konuda tartışıyor. Bunlar Diyanet kurumunun işlevi , kurumun başkanlık görevine atanacaklara ilişkin yöntem ve kurumda kadın din görevlileri ve memurlara ilişkin tutumlardır. Bu son konuda fikir vermesi açısından kurumun personelinin 85 bininden 3710 'nun kadın olduğu bilgisi ve bunlarında çoğunun 2000'li yıllardan sonra istihdam edildiğini kitaptan öğreniyoruz.(s.107)
Yazar daha sonra Diyanet İşleri Başkanlığı'nın görev alanlarını anlatıyor. Bunları başlıklar halinde şöyle özetleyebiliriz:
1. Dini konularda toplumu aydınlatma
Kurum bu konuda kendisine yöneltilen soruları cevaplama ve yayın faaliyetlerinde bulunma şeklinde bu vazifesini yerine getirmeye çalışmaktadır.
2. İbadetle ilgili hizmetler
İslam dininin itikat, ibadet ve ahlakla ilgili işlerini yürütmek, cami ve mescitlerin açılışlarına izin vermek, hakiki veya hükmi şahısların mülkiyetinde olsun bütün camileri ve mescitleri yönetmek, Mushafların hattını muhafaza etmek, namaz vakitlerinin ve dini bayramların günlerinin tespiti ve son olarak Hac umre ibadetlerinin düzenlenmesi.
3.Din eğitimi
Kur'an kursları açmak bunları yönetmek, cemaatler tarafından açılan kursları denetlemek ve personel temin etmek bu konuda diyanetin görevleri arasındadır.
4. Uluslararası faaliyetler
Diyanet kurumu 1971 yılından itibaren yurtdışındaki vatandaşlara da din hizmeti sunmaya başladı. Yaklaşık 30 kadar ülkede büyükelçilikler ve başkonsolosluklarda din görevlileri bulunmaktadır.
5. Örgütün kendine yönelik faaliyetleri
Teftiş kurulu, araştırma ve planlama dairesi ve kurumun kendi personeline yönelik kursları bu konudaki temel faaliyetlerdir.
Bu konulardaki uygulamalarla ilgili gözlemler ve düşünceler adlı bölümde yazar 65 bin cami olduğunu camilerin çoğunlukla halk tarafından ihtiyaca binaen yapıldığını, her yıl 500 civarında yeni cami açıldığını ve yaklaşık 80 bin kadar olan diyanet personelinde 7 bin kişilik istihdam açığı olduğunu belirtiyor.(s.153) Diyanet'in Kur'an'la ilgili en önemli çalışmasının Elmalı Hamdi Yazır'ın 1936'da yayınlanan Hak Dini Kur'an Dili adlı tefsir çalışması olması bile kurumun ilmi durumunu özetlemek açısından yeterlidir. Bununla birlikte son dönemde Diyanet vakfının İSAM bünyesinde çıkardığı İslam ansiklopedisinin genel olarak yetkin bir ekip tarafından başarılı bir biçimde önemli bir kaynak olarak yayınlandığını söyleyebiliriz. Yazar daha sonra diyanet kurumunun merkezi idare ile ilişkilerini ve yetkilerini özetliyor. Bu konuda diyanet personeli hakkında yapılan hukuki düzenlemeler, kadro ile ilgili düzenlemeler, personelin hak ve yükümlülükleri, personele uygulanan sicil ve disiplin cezaları işleniyor. Personel ile ilgili gözlemler ve düşünceler isimli bölümde kurumun kuruluş sebebi olan din görevlilerin politik malzeme olarak kullanılması olgusu, İslamiyette ruhban sınıfının olmaması meselesi, din görevlerinin eğitimi, din görevlilerinin kamu personeli sayılması ve laiklik ilkesi ve personelin kurumun işleyişi ve görevleri hakkında yapılmış bir anket yer alıyor. Anketteki bilgilere göre diyanet personeli bir çok konuda kendi kurumlarını yetersiz bulmaktadır. Kendi personeli kurumun din hizmeti veren kadrosunun büyük oranda bilgi ve ahlaksal olarak yetersiz olduğunu düşünmektedir.(s.218) Yine bu ankete göre kurumda çalışan personelin yüzde 30'u din ve siyasetin bir bütün olup ayrılamaz olduğunu düşünmekte yüzde 27'si ise siyaset din için yapılmalı demektedir. Din görevlileri büyük oranda mesleklerinden memnun oldukları işlerini severek yaptıklarını beyan etmektedir. Diyanet işleri kurulduğundan beri devletin yıllık bütçesinin yaklaşık yüzde birini kullanmaktadır. Devletin her yıl verdiği bu bütçe ve 1975 yılında kurulan Türkiye Diyanet Vakfına aktarılan kaynaklar diyanetin ana gelirleridir.
Gözaydın üçüncü bölümde ise devlet-din ilişkilerine yönelik tezleri Diyanet kurumunun konumu üzerinden tartışmaktadır. Bu bölümde yazar kurulduğundan beri Cumhuriyet'te esas kavganın Kemalist ulusçuluk/milliyetçilik ile İslami kimlik arasında yaşandığı tespiti ile başlamaktadır. Güçlü rakibinden kurtulmak isteyen Mustafa Kemal ve arkadaşları, önce kuramsal anlamda dini değiştirmek için girişimlerde bulunmuşlar, ancak başarılı olamayınca bu projeden vazgeçmişlerdir.(s.236) Bundan sonra dinin bireyle Allah arasında bir mesele olduğu tezi işlenerek vicdanlara bırakılması siyaseti güdülmüştür. Bu siyasal ve toplumsal yaşamda gerçekleştirilen laikleştirme sürecinin bir parçasıdır. Fakat bu çabalara karşın yeni bir değer üretmede başarılı olamayan Cumhuriyet kadroları toplumda yeni kimlik ve kişilik krizleri oluşmasına yol açmıştır. Yazar dünyada ve ülkemizde artık sadece dinin devleti ve toplumu değil, toplumun ve devletin de dini belirlediğini karşılıklı bir etkileşimden bahsedilmesinin gerektiğini vurguluyor. Cumhuriyet dönemi dindarlığının oluşmasında Diyanet kurumunun çok etkin bir rol üstlendiği çok açıktır. Sosyolojik olarak farklı dini anlamalardan ve yorumlardan bahsedilse bile, semavi olan İslam tek, Müslümanlık ise beşeri ve çeşitlidir. Dinin ideolojik işlevini gösterdiği bölümden sonra Gözaydın, laiklik konusunda Batı'daki uygulamaları da anlatıyor. Laiklik konusunda Diyanet üzerinden yeni Cumhuriyet'in bakışını ve uygulamalarını özetliyor. Sekülarizm'in Batı'da ve Türkiye'deki etkilerini tartışan yazar, Osmanlı'nın bazı uygulamalarına atıflar yaparak sekülerizm'in kökenlerini arıyor. Dinin sivil topluma/cemaatlere bırakılması ve alevi toplumunun ayrımcılığa uğradığı, Diyanet'in Sünni İslam yorumunu benimseyerek diğer dini kesimlerin taleplerine cevap verip vermediği üzerine yapılan tartışmaların işlendiği bölümlerle kitap sona eriyor.
SONUÇ ve DEĞERLENDİRME
Açıkçası konuyla ilgili değilseniz kitap 1. ve 3. bölümlerde kısmen akıcı ama bunun dışında oldukça zor okunuyor. Genel olarak temel konularda yeterli bilgiyi veriyor, yazarın başarılı ve konuya hakim olduğunu söyleyebiliriz. Dinin toplumsal hayattan tümüyle silineceğini yada çok az etkisi kalacağını, insanın kaderini artık kendinin inşa edeceğini düşünen pozitivist batılı düşünürlerin ürettiği modernitenin insanların sorunlarına çözüm olamadığını tam tersine bir çok yeni sorun ve zulüm ürettiğini insanlar yaşayarak öğrendiler. Modernite uygulamalarını post modern tarzda sürdürmeye çalışan batılı zihin, dinin hayattan çekilmediğini ve özellikle İslam dünyasında tekrar güç kazandığını görerek geleceği bu gelişimi kontrol altında tutarak kurmak istiyor. Bu arka planı dikkate alarak zihin olarak batılılaşan, seküler olarak hayata bakanların Diyanet'in konumu ve işlevi konusunda devletin uygulamalarına hak verdiklerini, dinin cemaatlere bırakılmasını yada devletin gözetiminden çıkmasını tehlikeli bulduklarını, Alevilere yapılan ayrımcılığın sebebini tespit ederken devleti değil Sünni İslam yorumu üzerinden Diyanet'i suçladıklarını görüyoruz. Yazar nesnel olmaya çalışsa da, son bölümde gelecekle ilgili önerilerinde bu adaletsiz tutumdan ayrışmadığını görüyoruz. Devletin, dini ve halkı kontrol amaçlı kurduğu ve işlettiği Diyanet kurumunu, camileri, okullarla birlikte resmi ideolojinin halka aktarmakta kullandığı en önemli araçlar haline getirdiğini söyleyebiliriz. Bunu aşma konusunda Diyanet kurumunun - içinde bulunan az sayıda duyarlı insanı istisna edersek – Salih bir çaba içinde olduğunu söylemekte çok fazla iyimserlik içeriyor. İmamlara verilen eğitim ve Kur'an kurslarında verdikleri eğitim açısından da Diyanet'in hem içerik hem de uygulama da ciddi zaaflar taşıdığını görüyoruz. Camileri halkın dini duyarlılığı sonucu yaptığını da göz önünde bulundurduğumuz da, Kemalist uygulamalardan vazgeçip daha demokrat bir tarza geçmeye çalışan devletten , dini alanın cemaatlere bırakılması gerektiği talebinin dindar çevrelerce gündemleştirilmesinin, dinin devletin tahakkümünden ve ideolojik bir araç olmaktan kurtulmasının yolunu açmada önemli bir adım olacağını söyleyebiliriz.
Ahmet DÜZGÜN: / Haksöz Haber