1928 yılında bazı İlâhiyat Fakültesi hocalarına (o tarihte henüz açık olan fakülte, 932’de kapatılmıştır) hazırlatılan “Islahat lâyihası”nda, “Din içtimaî (sosyal) bir müessesedir, diğer içtimaî müesseseler gibi hayatın zaruretlerine katlanmak, tekâmülün (gelişmenin) seyrini kovalamak mecburiyetindedir” denilerek, “Dinde Reform” öneriliyordu.
Buna göre, camilere ayakkabılarla girilecek, içine sıralar konacak, piyano eşliğinde Türkçe ibadet edilecekti.
Şöyle deniyordu: “Mâbedlere mûsîki âletlerinin kabulü dahi lâzım gelir. Mâbedlere ilâhî mahiyetinde asrî ve enstrümantal mûsîkiye ihtiyaç vardır”...
Aynı çalışmada Cuma hutbelerinin imamlar tarafından değil, filozoflar tarafından okunması öngörülüyor, filozofların “frak” giymesi de şart koşuluyordu.
Öte yandan, 1921 Anayasasında yer alan “Devletin dini, Din-î İslâmdır” hükmü aynı yıl kaldırılıyordu (10 Nisan 1928 tarih ve 1222 sayılı kanunla yapılan değişiklik)...
Selamın yerini de “günaydın/tünaydın” alıyordu.
Bana sorarsanız (ki sormayacağınızı biliyorum, çünkü bu tür yorumlarımdan dindarlar rahatsızlık duyuyor) “Dinde Reform” tuzağına çoğu dindar Müslümanlar düştü: Çoğumuz “modern” bir görüntü kazanmak uğruna ilkelerimizi kurban ettik...
Para imanın, görüntü muhtevanın, dünya ahretin önüne geçti...
Kılığımız “onlar” gibi, tarzımız “onlar” gibi, tavrımız “onlar” gibi...
Yaşam tarzında da gitgide “onlar”a benzemeye çalıştık.
“Onlar” yani, “tek dünyalı”lar! (“onlar” deyişim, “öteki”leştirmek amaçlı değil, tespit amaçlıdır)...
“Uhrevi” (ahrete yönelik) endişe taşımayanlar!..
Allah’a “hesap” vermekten korkmayanlar!..
“Mahşer Günü”ne inanmayanlar!..
“Onlar”ın hiç olmazsa “Cennet” beklentileri yok (bu durumda fani dünyalarını cennete çevirmek için zulüm ve baskı dâhil her şeyi yapmaları normal sayılabilir), biz ise hem “onlar”laştık, hem de “Cennet” beklentimiz sürüyor.
¥
Bizde (dindar Müslümanlarda) de üç şey çok öne çıktı: Para-makam ve güç!..
Bizim güçlüler de, ilke tanımıyor artık... “Kul hakkı” gözetmiyorlar... Tepeden bakmayı seviyorlar... Hava atmaya bayılıyorlar... Telefonlara çıkmıyorlar...
Bizimkiler de çoktan beridir özel sekreter, özel şoför, özel kalem müdürü sayesinde “özelleştiklerini” düşünüyorlar.
Tevazuu çöpe attık! Biz de, “üstün” olmayı “takva”da değil, “makam” ve “marka”da arar hale geldik... Kısacası, “kullukta varlık” aramayı bıraktık...
“Bir Şah’a kul oldum ki, kulu Şah-ı Cihandır,
“Bir Şah’a kul oldum ki, cihan ana gedadır” (muhtaçtır) diyerek sultanlığının önüne kulluğunu koyan Fatih Sultan Mehmed’i kenara koyup, “mevki tutkunluğu”nu kulluğumuzun önüne geçirdik...
Hayatın sert köşelerini yumuşatan ve insanları bir birleriyle “kardeş” yapan “hayat muavenettir” (yardımlaşmadır) anlayışından kopup, Avrupa felsefesinin hayat anlayışını yansıtan “Hayat Mücadeledir” düsturuna eklemlendik...
Biz de batılılaştık...
Kılık kıyafetimizden sonra ruhumuz da “ötekiler”e benzedi.
“Biz” artık “biz” değiliz dostlar, biz çoktandır hiçbir şey değiliz!
20’li yıllarda başlatılan “Dinde reform” çabaları galiba bir ölçüde meyvesini verdi: Bizi nihayet kendilerine benzettiler!
Baksanıza, “tefekkür” ve “tevekkül”den bile koptuk!
YENİ AKİT