Dinç Bilgin’in tırnağı olamazsın!

Ahmet Kekeç

Dinç Bilgin’le kudretli zamanlarında tanışmak mümkün olmadı.

Memleketimizin “iki numaralı” medya patronuydu. Hatta, “bir numara” olma yolunda hızlı ve emin adımlarla ilerliyordu.

Bir şey oldu...

Rahmetli Özal’la başlayan “transformasyon süreci”ni doğru okuduğu ve yeni değerlerle imtizaç ettiği için, gazetesini kısa sürede statükonun yayın organlarıyla yarışır hale getirmiş; tiraj, etkinlik ve saygınlık kazandırmıştı.

Süreç içinde bir de televizyon sahibi olmuştu.

Sonra bir şey oldu...

Kendisini var eden değerlerle ters düştü...

Kısa sürede “münkir” bir çizgiye geldi ve varlığını statükonun varlığına adamış geleneksel “Babıali gazeteciliği”ne döndü.

Bu kırılma noktasının adı 28 Şubat’tır.

Dinç Bilgin’in gazeteleri ve televizyonu, tarihe “postmodern darbe” olarak geçen 28 Şubat sürecinde hiç iyi bir sınav vermedi. Denilebilirse, yayın organlarını “darbenin tedvirine memur yazdı...”

Dinç Bey böyleydi de, Aydın Doğan farklı mıydı?

Muhterem Aydın Doğan, yıllar sonra, bir yabancı gazeteciye verdiği demeçte, kendi ahvalini şöyle özetliyordu: “1997 yılında ordunun baskısı sonucu istifaya zorlanan koalisyon hükümetine karşı benim medya organlarım savaş verdi.”

Bunu bir itiraf mı saymak lazım?

Daha doğrusu, “nedamet” getirdiği için mi böyle konuşuyordu?

Hayır...

Bilakis “övünç” duyuyordu üstlendiği rolden ve geleneksel misyonunu hatırlatıyordu.

Demek istiyordu ki, “Yine olsa, yine savaşırım...”

Dediği gibi de yaptı:

Savaşına kaldığı yerden devam etti. TBMM’den çıkan meşru hükümete karşı en “kuraldışı vuruşlar”, Doğan Grubu’ndan gel

miştir.

Bu grup, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na “delil” üretmek, parlamentoyu “kaosun kaynağı” ilan etmek, darbe hazırlıklarını hiç görmemek, siyasi cinayetlere gözünü kapatmak, Ergenekon taifesine mazeret üretmek gibi harika “gazetecilik başarıları”na imza atmıştır.

Bir ara “Malezyalaşıyoruz” geyiğine sardırdılar.

Buradan ekmek çıkmayınca, “mahalle baskısı” jargonuna geçiş yaptılar.

Bunu da yediremeyince “sivil dikta” lafında karar kıldılar.

Muhalefetlerini şimdi “sivil dikta” üzerinden yürütüyorlar. Ne zaman bir Doğan Grubu gazetesi okusanız, içinde “sivil dikta” lafı geçen üç beş köşe yazısıyla karşılaşıyorsunuz. Ne zaman bir Doğan Grubu televizyonu izleseniz, mutlaka “sivil dikta” meselesinin tartışıldığı bir programla teşerrüf ediyorsunuz...

Hayırlısıyla “rafineri izni” çıksaydı, imar meselesi halledilseydi, “vergi kaçakçılığına” göz yumulsaydı böyle mi olacaktı? Neyse, konuşturmayın adamı...

Kudretli zamanlarında tanışamadığım Dinç Bilgin’le, “düşmüş” yahut düşürülmüş zamanlarında tanıştım... Birkaç kez yemek yedik. Evine gittim. Uzun uzun sohbet ettik.

Hemen söyleyeyim:

İtiraflarında ve beyanlarında samimi buldum onu.

Dinç Bey, üstelik, okuyan, izleyen, zihnini diri tutmaya çalışan, siyasi kavrayışı yüksek ve mutlaka istifade edilmesi gerekli bir gazeteci. Belki de türünün son örneği.

Hiçbir şey değilse, çıkıp, “Yanlış yaptım, hatalıydım” diyor...

Bunu diyebiliyor.

Peki, hem “geleneksel yanlış”ta ısrar edip, hem “Dinç Bilgin sövgüsü”nde yarışanları nereye koymalı?

Dinç Bilgin’in tırnağı olsunlar bari!

STAR