Din ve sekülerleşme arasında ilahını kendine kul eden dindarlıklar

Yasin Aktay yazısında, din ve sekülerleşmeye arasında tartışılan 'kendine kul eden dindarlıklar’ meselesini yorumluyor.

Yeni Şafak / Yasin Aktay

‘Tanrı’yı kendine kul eden dindarlıklar

İnsanların yaşadığımız dünyada giderek dinden daha fazla uzaklaşıyor oldukları veya dünya işlerinde dine daha az müdahale alanı bıraktıkları, yani sekülerleştikleri yönündeki tespitleri her zaman doğrulayacak veriler bulunabilir. Sanayi toplumuyla birlikte yaşanan bu sekülerleşme veya dünyevileşme belki daha önceki yüzyıllara nazaran görülmemiş yaygınlıkta bir gelişme olmuştur.

Önceki dönemlerde siyaset ve toplumsal hayat meşruiyetini kurumsal olarak dinden alıyordu. Bu, İslam dünyasında da, Hıristiyan, Yahudi veya pagan dinlerin dünyasında da büyük ölçüde öyle olagelmiştir. İnsanlar bireysel dünyalarında dinden uzak olsalar da kamusal düzeyde din görünürlüğüyle de şekilsel mevcudiyetiyle de meşruiyetin belirleyicisi konumundaydı.

Farklı dinlerin dünya ile, öte dünya ile bireyler arasında kurduğu ilişki, bunun bireyin düşüncesi üzerindeki etkisi konusunda farklı tecrübeler söz konusudur tabii. Mesela dinin en çok görünür olduğu pagan dünyasında, paganın aslında insanın hizmetinde olması ve çok daha derin bir dünyeviliğin işareti olarak okunması da mümkündür.

Dinin görünürlüğü her zaman gerekten de dindarlığın bir işareti olmayabiliyor. O dinselliğin dünyevi işlevi, insanın dinsel objelerle veya ritüellerle kurduğu ilişkinin de sekülerleşme düzeyi için ayrı bir değerlendirme konusu olması gerekir.

Spinoza halk dindarlığında ‘Tanrı’yı aldatmaya dönük bir uyanıklığın olduğu tespitinde bulunurken tam da bunu kast ediyordu. Hayata, siyasete, topluma hiçbir etkisi olmayan, ama insanın tanrıyı hizmetine alması, onu kendine kul etmesi anlamına gelen bir dindarlık pratiği de vardır. Öyle bir ilişki biçimi ki bu, ‘Tanrı’ kim kul kim belli değil. ‘Tanrı’yı hizmetine almış nice dindarlıklar vardır.

Putperestliğin bir düzeyi böyle bir dindarlık biçimidir. Puta taparken, ya putun kendisini hizmetine almıştır veya put üzerinden ‘Tanrı’yı kolaydan kendine bağlamış, kendisinin, kabilesinin veya kavminin tekeline almış, başkalarından sakınmıştır. Burada da insan ‘Tanrı’ya kul olmak yerine ‘Tanrı’yı kendine kul etmiştir, ama bunu çok yoğun bir dindarlık gösterileri altına da gizlemiş olabilir. Akla hemen İsrailoğullarının Siyonist dindarlık biçimleri gelebilir. Aynı Siyonist yaklaşımların sadece Yahudilere özgü olmadığını da söyleyelim.

Müslümanlıklarını veya Hıristiyanlıklarını kendi kavimlerinin, cemaatlerinin tekelinde gören pratiklere dair de bir yığın örnek verilebilir. Neredeyse ahiret dönük hiçbir gerçek imanı veya duygusu bulunmayan bu dinsellik düzeyinde sekülerleşme mi dindarlık mı daha fazla baskındır? Dahası bunun tespitini kim yapabilir? Kanaatimce sekülerleşme tartışmalarında göz ardı edilen hususlardan birisi de budur. Belki sosyoloji bunun tespitini yapmakta aciz de kalabilir. Biraz psikolojiye, biraz da felsefeye müracaat lazım.

Sekülerleşme tezine itirazımız, insanların bundan sonra geri dönüşsüz bir süreç olarak hep dindarlaşacaklarını öngördüğümüz anlamına gelmiyor. Dahası sekülerleşmenin bundan sonra tekrar hiçbir zaman güçlü bir trend haline gelmeyeceğini söylemek anlamına da gelmiyor. Aksine daha önce de dediğimiz gibi sekülerleşme dünyaya, dine, ‘Tanrı’ya dair yeni bir eğilim değil, dünyanın en kadim ve en temel tutumlarından biridir. Her dönem kendini şu veya bu seviyede tekrarlayan bir tutumdur. İnsanlık dindarlıktan sekülerleşmeye doğru bir evrim içinde değildir. Bilakis insanlık tarihi sekülerleşme ile dindarlaşma arasında bir med-cezir hareketi içindedir.

Bu med-cezir insanlık tarihi içinde olduğu kadar her toplumun kendi içinde görülür, her bireyin kendi hayatında görülür, hatta her dinin kendi içinde bir hareket olarak da görülür. Bir yerde yoğun bir dindarlaşma varken başka bir toplumda aşırı bir sekülerleşme, dindışılaşma veya dünyevileşme eğilimi aynı anda görülebilir. Bir din de müntesiplerine öte-dünyayı önemseme duygusunu aşılayabilme konusunda dönemsel olarak farklı performanslar sergileyebilir.

Sekülerleşme kadim bir eğilim olduğu kadar gelecekte de hep var olacaktır, çünkü insanın bu dünyadaki en temel varoluş tarzına dair imtihanının bir parçasıdır.

Peter L. Berger’in bir yerlerde dinselliğin gerçekten artıyor mu azalıyor mu olduğuna dair yaptığı tespitler belli ölçülebilir sosyolojik verilere dayanıyor. Sunduğu verilerin o tespitleri yapmaya yetip yetmediği ayrı bir konudur ve elbette ki tartışılabilir. Bu, sosyolojinin bir bilim olarak çalıştığı sahadaki sınırlılığıyla ilgili bir konudur. Karl R. Popper’e bakacak olursak onun tartışılıyor olabilmesi, yanlışlanabiliyor olması bilimsel olduğunu yeterince gösteriyor. Ancak işin o kısmında da değilim. Burada söylediğimiz şeyler Berger’in sorunsalının çok ötesinde şeyler. İnsanların kiliseye, camiye ne kadar gidip gitmediği veya ne kadar namaz kılıp oruç tuttuğunun çok ötesinde.

Neticede dünyanın en arkaik tutumu bir yolunu bulup kendisini tarihin finaline layık bir muhteşem felsefe olarak pazarlamış oluyor. O kadar da değil. Var olmaya devam edeceğini biz de söylüyoruz, ama her zaman iki temel varoluşsal tutumdan biri olarak, iyilik ve kötülük yargısının berisinde olarak.

İslam Düşüncesi Haberleri

Kemalistlerin cehaleti uçsuz bucaksız saçmalama özgürlüğü sunuyor!
İ’tizâl ile itidal arasında Allah nerededir?
Mutlak kötüye karşı el-Kassam’ın özgürleştirici ribatı ve cihadı
Yaratılış gayesinden uzaklaşan insan huzurlu olamaz!
Öncelikli hedef neden tağuti otoritedir? Ve asabiye gündemleri geri itilmelidir!