Modern kültürle ortaya çıkan beşeri olgulardan birisi de modern din anlayışıdır. Pozitivizm; ‘dinin devri bitti’ iddiaları yanında, modern argümanlarla yeni bir din formu da öneriyordu. Çünkü din toplumlarda meşruiyet kazanabilmenin en etkili yoluydu.
Bu yeni dinin en belirgin özelliği, kamusal alandan özel alana çekilmiş olmasıydı. Kamusal alan asıl kurumsallaşmaların yaşandığı alandı ve din kurumsal yapılarını bırakmalıydı. Ayrıca sembollerini ve görünürlüğünü terk edecek, ortalıklarda gözükmeyecekti. Kamusal alan ise, başta siyaset olmak üzere, din dışı çerçevede oluşturulmuş dünyevi yapılardan oluşacaktı.
Özel alana çekilen din artık, insanın inandığı kutsalla bağ kurmasını sağlayan, kişisel bir trans sistemi olarak var olacaktı. Yani Tanrı ile kul ilişkisi, özel bir ilişki biçimiydi. Tanrı kulun ruhuna, dünyevi otorite ise bedenine sahip olacaktı.
Modern ya da sekülerleşmiş din olarak nitelendirilen bu anlayış, artık din için yegane yaşam alanıydı. Tarihsel iddialarından soyutlanan ve siyasal otoritesi sıfırlanan din, böylece hem elde tutulmuş hem de uysallaştırılıp, vicdanlara hapsedilmişti.
Oysa bu görüş dinin doğasıyla bağdaşmıyordu. Çünkü hep kamusal alanın içerisinde, karar alma otoritesinin merkezinde olan, asıl olgulardan biriydi din. Dinin kişisel bir inanç olma vasfı varsa da, o hiçbir zaman kendi içine kapanıp kalmış, içsel bir sistem değildi.
Kaldı ki, inanç aşaması bile kalple tasdik ve dille ikrarı gerekli kılıyordu. Bunun anlamı din toplumda görünür olmak zorundaydı. Ritüelleri vardı. Bireysel, toplumsal, ekonomik, sosyal, siyasal ritüelleri. Dinin toplumda bir meşruiyet sistemi olarak görevini yapabilmesi ve buna dayalı bir ahlak sistemi oluşturabilmesi için onun bu görünürlüğü gerekliydi.
Kamusal alanın dışına çıkarılan din bu yüzden toplumda önemli krizlere neden oldu. Modern kültür bu problemi aşabilmek, modern dini içselleştirip, meşrulaştırabilmek için modernleşme kuramları çerçevesinde birçok teori üretti. Bu kuramların ortak özelliği, mümkün olduğunca dini devre dışı bırakmak, hemen her alanda ilahi iradeyi kaldırıp yerine evrimsel teorileri kurgulamaktı.
Modern din olgusu, hemen her olayda Batı'nın ayak izlerini takip eden, Batı dışı toplumların ‘aydınları'nda da büyük ilgi uyandırmıştı. Çünkü Batı dışı ülkelerde modernleşme, dine karşı yapılmış mecburi bir değişim sürecini ifade ediyordu. İlerlemenin önünde en büyük engel olan dinin, ya tamamen saf dışı bırakılması, ya da modern dünyanın şartlarına uydurulması gerekiyordu. Bunun tartışılacak bir tarafı yoktu.
Buna göre toplumlar sekülerleşiyor, din de seküler bir şekle bürünüyordu. Değişik alanlardaki kutsallıklarını yitirip dünyevileşiyordu. Sanayileşme ve kentleşme olguları bu değişimin lokomotifleriydi.
Üstelik bu değişim kurgusal değil doğal ve kendiliğinden iddiasındaydı. Ne var ki, bu kendiliğindenliğe rağmen bu toplumlarda din, Batı desteğini de alarak, katı bir gözetim ve denetim altına alındı. Gerektiği zaman zor kullanıldı, bastırıldı, sindirildi. Doğal değildi, yapaydı. Kendiliğinden değildi, dayatmaydı. Ekmek ihtiyaçlarından daha önemli ihtiyaçları olduğunu unutmayan insanlar tarafından, dirençle karşılanması kaçınılmazdı.
Şüphesiz her olguda olduğu gibi dinlerde de tarihsel sürece matuf değişimler söz konusudur. Ancak bu değişimlerin son birkaç yüzyıldır hızıda, kaynağıda değişti. 'Ne yardan ne serden geçemeyen' iktidar sahipleri, hem dinin toplumlar üzerindeki etkisini kullanmaktan, hem de dinin dünyevi otoritesi ile mücadele etmekten kendilerini alamadılar. Bu kayıtsız kalamama hali, dini tekrar söz söyleyebilme konumuna getirince, ‘rasyonelliğin dini yok edeceği' iddiası taşıyan, sekülerleşme tezi gibi birçok kuram da kendini gözden geçirmek zorunda kaldı.
Örneğin; Peter Berger modernleşme kuramında belirttiği gibi; ‘modernleşme bireyin yaşam alanlarını çoğul hale getirerek bütün kesinlikleri yıkacak ve bu çoğulculukla tek hakikat iddiasındaki din yaşam alanı bulamayacaktı!’
Çoğulcu bir ortamda gruplar var olabilmenin mücadelesini verirken sekülerleşecekti. Halbuki aynı çoğulcu ortam grup bazında dinin yeniden örgütlenmesine ekstra bir kapı oldu. Sonuçta, tüm dünyada dinin cemaatler halinde yaşanmasına vesile oldu bu süreç..
Ancak bu geri dönüşün başka bir handikapı vardı. Mevcut şartlara uyarlanan kutsal metinlerin modern kültür verilerine göre yorumlandığı bir din ortamı ortaya çıktı. Farklı düzeylerde de olsa bundan tüm dinler etkilendi. Artık din, değişik kesimlerde farklı algılanan modern din haline dönüştü.
Bu yeni din algısı tepkileri de beraberinde getirecekti. Geleneksel din çizgisini savunduğunu söyleyen bu tepkilerin merkezinde ise modern dine olan karşıtlık olacaktı.
İslam dünyasında da geri kalmışlığın kompleksi ve bunu telafi edebilmenin de verdiği duyguyla, din bazında modern kültüre sanıldığı kadar mesafeli olunduğunu söyleyemeyiz. İslam’ı yeniden anlama çabaları genelde, Kur’an’ın bir çağdaş yorumu olarak karşımıza çıktı. Burada çıkış noktası Kur’an olmayınca, modern kültürün baskın rolü yozlaşmayı da beraberinde getirdi. Oysa ‘bizim aydınlar' burada da vakayı atlamışlar, Batı dünyasındaki dini gelişmelerin doğrudan modern kültüre karşı bir tavır alış olduğunu görememişlerdi.
Batı’da Kilise Babaları'na karşı başkaldırının sonucu doğan Protestan’lık aynı zamanda dinin modern kültürle yorumlanmasına da karşı çıkarak modern dine de muhalefet etti. 19.yüzyılda ABD’de ortaya çıkan Fundamentalizm bir Protestan hareketti. Zamanla Katolik’ler de katıldı ve hızla büyüdü.
Kavram kökten-ci-lik anlamına gelir. Bu köktencilik sadece din alanına aittir. Politik arenada dini gelişmelerden rahatsız olan ulusal-küresel güç merkezleri bu sözcüğe ‘siyasal dincilik’ anlamını da yüklediler. Halbuki bizzat Batı dillerinde siyasal dincilik, radikalizm kelimesiyle karşılanır.
Radikalizm de 19.yüzyılda Avrupa'da ortaya çıkan ve mevcut siyasal yapılanmaların sorunlu olduğunu, bunların hesaba katılmaksızın ‘siyasetin ve devletin sil baştan kurulması’ idealini taşıyan felsefi hareketin adıdır. Yani hedefi siyaset olan dini hareket radikalizmdir.
Fundamentalizmin ise; Darwinizm'in okullarda bilimsel bir gerçek olarak okutulması, film sektöründe müstehcenliğe yer verilmesi, üretim dünyasının insan tabiatını gözetmemesi gibi, hiçbiri doğrudan siyasal olmayan talepleri vardı.
Ne var ki ABD; 'devlet Hıristiyanlaşsın, dini hukuk yürürlüğe girsin’ gibi bir talebi olmayan bu hareketi siyasal ilan etti. Oysa burada devletin amacı da salt siyasal değil, kapitalist tavırla dinin üretim-tüketim sürecine müdahale etmesini önlemekti. Yani ‘demokrasinin beşiği’ ABD’de dinin sınırı, kapitalist yapıya ters düşmediği yere kadardı.
Fundamentalizmin iki temel ilkesi vardır. İlki; kutsal metinlerin modern kültürün verileriyle yorumlanmasına karşı çıkmak, diğeri; dinin tarihi birikimine sahip çıkarak, sıkıca tutunmaktır. Başka bir deyişle; ‘dini yeniden anlama’ söylemiyle, modern kültürü onun yerine geçiren bir yozlaşma hareketine meydan vermemek, bunun için günümüze kadar gelen dini geleneklere, köklere bağlı kalmaktır.
Bu tavrı anlamak zor olmasa gerek. 300 yılı aşkındır her şey gibi Protestanlığın şahsında modernleşen din de sekülerleşmiş, kutsallıklarından pek çok şey kaybetmiştir. Buna engel olunmalı, Kutsal metinlerin yeniden yorumlanarak tahrif edilmesinin önüne geçilmelidir!
Kavram zamanla bütün dini gelişmeler ve bu arada İslam için de kullanılmaya başlandı. Bir dönem ‘İslam fundamentalizmi’ çok revaçta bir kavram haline geldi. Oysa İslam dünyasında ‘İslam köktenciliği’ denilen hareketler, köktenci hareketin dinin aslına dönme ilkesiyle örtüşürken, tarihsel birikime sahip çıkma konusuna kuşkuyla bakıyorlardı. Bunlar İslam'ın gelenek olarak anlaşılmasına karşı çıkmaktaydılar. İslam’ı ‘yeniden anlamak’ için Kur’an’ı çıkış noktası yaparken de, bu temel metni zamanın şartlarına göre yorumlamayı, bugünün yaşanan problemlerine çözüm yolu olarak görüyorlardı.
Köktenciliğin dini bireysel ve toplumsal hayatın bütününe hakim kılma söylemi pek ön planda değildir. Ancak modern kültürle hesaplaştığı her alanda bir alternatif görüş ileri sürmektedir. Çünkü modern kültür; merkeziyetçi, etkin kurgucu ve hakimiyetçi bir kültür olarak hayatın bütününe egemen olmak ister.
Bununla birlikte dinlerde de aynı hakimiyet arzusu vardır. Bu arzu zamanla gözardı edilmiş ya da modern kültüre devredilmiştir. Esasen bu haliyle modernizm geleneksel dinlerin yerine oynayan alternatif bir din konumundadır. Fundamentalizm gibi modern tepkilerin bu olguyu kabullenip, modernizmin karşısına rakip olarak çıkmaması ise, ayrı bir meşruiyet kaynağı!
Oysa siyasal güç merkezleri dinin, hayatın bütününü kapsayıcı rolünü bildikleri için, böyle bir iddiası olamayan fundametalizmi siyasallaştırıp mücadele etme ihtiyacı duyuyorlar. Kaldı ki modern kültüre göre; bilgi birikimi ve kültür güçtür ve her güç az-çok siyasallık içerir. Bu yüzden kendi dışında bir güç odağı olma ihtimallerinin dahi önü kesilmelidir.
Bir sonraki çalışmada kaldığımız yerden devam edelim inşallah. Allah’a emanet olunuz..