Din, devlet ve diyanet

Ali Bulaç

4 Mayıs 1920'de kurulan Şer'iye ve Evkaf Vekaleti, 3 Mart 1924'te lağvedildi, yerine Diyanet İşleri Reisliği kuruldu. 20 Nisan 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu "Türkiye Devleti'nin dini vardır ve bu dinin ahkamını tenfiz etme devletin vazifesidir" diyordu.

10 Mayıs 1928'de Anayasa'dan "Devletin resmî dini İslam'dır" maddesi çıkartıldı, 1937'deki düzenleme ile 'laiklik' Anayasa'ya dahil edildi. Özetle, 1924'te kurulmuş bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), sistem içindeki yerini muhafaza etmeye devam ederken, devletin dini olmadığı (1928) ve 'laik' olduğu (1937) açıkça belirtilir. Bir başka ifadeyle laik devletin dini yoktur, ama 'diyanet' işlerine bakan devasa bir bürokratik kurumu (DİB) vardır.

1961 Anayasası'nın 154. ve 1982'nin 136. maddesiyle DİB anayasal kurumlar arasında ve genel idare içinde yer almış, özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirmesi öngörülmüştür. 22 Haziran 1965'te çıkarılan 633 sayılı kanunla da yeni bir statüye kavuşturulmuştur.

Bir küçük not daha: Diyanet İşleri Başkanlığı'nın "dinî bir teşkilat olmadığı", aksine "idarî bir kuruluş olduğu" hususu resmen belirtilmiştir (Resmi Gazete, 15 Haziran 1972; no: 14216.)

İdare ve hukuk tekniği açısından bu kombinezonda bir çelişki olduğu ortadadır. Devlet, hem laiktir ve dini yoktur hem de "diyanet işleri"ne bakan idarî bir teşkilatı vardır, üstelik bu teşkilat 'dinî' değildir. Dini olmayan devlet dini kontrol ediyor, "diyanet"e ilişkin işleri yürütüyor. Üstü kapalı fiiliyatta "İslam dini" ile ilgili anlam haritası (hüküm ve pratikler bütünü) "din" ve "diyanet" olmak üzere iki ana kategoriye ayrılmış bulunmaktadır ki, bu üstü kapalı fakat fiilen "İslam içinde reform"dur.

Bir önceki yazıda (Üç Tutum, 16 Nisan) Hıristiyan tecrübesinin "Tanrı-Sezar" ikilemi üzerinden üç ayrı model ürettiğini yazmıştım: Teokrasi, yani Katoliklik; Bizantinizm, yani Ortodoksluk ve Laiklik, yani Protestanlık. Bizim tarihimizde "Allah ve Sezar ikilemi" yoktur, dolayısıyla iman-akıl, din-bilim, ruh-beden, din-devlet çatışması da yaşanmamıştır. Nasıl Hıristiyanlık tarihi "Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya, Sezar'ın hakkını Sezar'a verin" cümlesinin bir açılımı ise bizim tarihimizin de açılımı Kelime-i Tevhid'dir. Bu çerçevede devlet ve din iki ayrı ontolojik cevher, iki ayrı özerk alan, iki ayrı hakikat değildirler, rekabet etmezler, çatışmazlar. Din "asl", devlet "fer"dir; "din-ü devlet" çifte gerçekliğe işaret etmez. Ve biz, teokrasiye düşmeden; inancı ve dini ne olursa olsun herkesin din ve vicdan özgürlüğünü, kamusal alanda ifade ve görünürlülük hakkını teminat altına alarak modern bir pratik geliştirebiliriz.

Mevcut hiyerarşide devlet en üstte, din alt bir kademede yer almış bulunmaktadır. (Prof. Dr. Mustafa Erdoğan, Şaşırtan rapor, Zaman, 17 Mayıs 2004.) Bu bağlamda devlet önceliklidir, din bağımsız bir değer değildir, devletin öngörülerine, proje ve politikalarına göre arkadan gelmektedir. Bu da ister istemez Bizantinist modelde olduğu üzere dinin araçsallaştırılmasına, devletin politikalarını meşrulaştırma işinde kullanılmasına imkan vermektedir. Asıl din istismarını mü'minleri değil, devlet yapmaktadır. (Örnek: 1992 yılında Diyanet, Nevruz'un 'haram' olduğunu ilan etmişti, şimdi kutlanması gereken bir 'kardeşlik bayramı' olduğunu söylüyor.)

Din işlerinin devlet tarafından yürütülmesi, din ve vicdan özgürlüğü bakımından da sorunludur, çünkü burada söz konusu olan "resmî din"dir. Bu durumda farklı dinî kanaat, yorum, içtihat, tefsir ve dinî pratikler zorlaşır. "Dini olmayan laik devlet"in dinî kurumu DİB, 'din şûrası' toplar, 'dinî meseleler"i tartıştırır, tefsir-meal yazdırır, sivil İslamî etkinlikleri yargılar, Hacc organizasyonları yapar, icraatını eleştirenleri cezalandırır vs... Bu sayede dinî çoğulculuk hukuk üzerinden yasaklanmış olur. Dahası, "diyanet"e ilişkin her faaliyet sivil olması gerekirken, bu uygulama ile din sivil olmaktan çıkar, resmîleşir. Böylelikle din belli bir siyaset ve ideoloji eşliğinde yürütülmüş olur. AB üyelik sürecinde bu konu tartışılmalıdır.

Zaman gazetesi