Dil Yarası/Dil Savaşı

KENAN ALPAY

Geçtiğimiz hafta DTK’nin Diyarbakır’da düzenlediği Demokratik Özerklik Çalıştayı’ndan hareketle BDP tarafından daha bir yüksek sesle gündeme getirilen “iki dilli yaşam” konusuna endekslendi.

Türkiye’de dil tartışması yeni değil. Dil’in etnik ve dini kimlikle doğrudan bağlantılı olduğu gerçeğinden hareketle Türk ulus devleti ve toplumu için tek bir dil zorunlu kılındı ve diğerleri kökten reddedildi. Dilde sadeleşme adına Cumhuriyet tarihi boyunca Türkçeyi Arapça ve Farsça kelimelerden arındırma adına dinsiz-dindışı bir dilin tesisi için seferberlik ilan edildi. Dinsiz-dindışı bir dil demek en başta dinsiz-dindışı bir düşünce ve hayat demekti tabii ki. “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyalarıyla aslen Kürtçe, Lazca, Gürcüce, Arapça, Çerkezce, Boşnakça vd Türkçe dışındaki birçok anadil zaptiye nezaretinde yasaklı ilan edildi. Türkçe’den başka dil konuşanları hapis veya para cezası bekliyordu bu ülkede.

12 Eylül darbe süreci ise birçok zulümle beraber Kürtçe konuşan insanlara yönelik işlenen sistematik işkence ve cinayetlerin zirve yaptığı bir dönemdi. Kemalizmin ilkelerini belirlediği Türk ulus devletinin teminat altına alınabilmesi için varlığı reddedilenlerin dili de reddediliyordu. İnkarın bilimi, hukuku, yasası da devlet imkanlarıyla ihdas ediliyordu hiç zorlanmaksızın.

“İki dilli hayat” ile başlayan tartışma demokratik özerklik, öz savunma gücü, köy komünleri diye devam ederken Demokratik Özerk Kürdistan Toplum Kongresi’ne kadar uzandı teklifler.

Bu tartışmalara nasıl bakmalıyız, sözkonusu tekliflere nasıl yaklaşmalıyız?

Öncelikle mevcut tartışmaların tarihsel arkaplanı iyi görülmelidir. Cumhuriyet tarihi ile yaşıt bir zulüm ve inkar politikalarını görmezden gelerek hiçbir yere varamayız. İnkar ve baskı politikaları ile ne Kürt gerçeği ne de anadil talepleri yok edilebildi. Allah’ın ayetlerinden bir ayet olan Kürt kavmi ve dilinin devlet tarafından sistematik inkarı ile buralara gelineceği malumdu.

Hakkaniyet temelinde eşitlik ve özgürlük talepleri meşru ve makuldur ve desteklenmeyi hak eder. Dil meselesi de özünde meşru bir hak talebidir. Herkesin anadili tıpkı ana sütü gibi her zaman ve her yerde helaldir. Bu konuda “Kamusal alanda konuşmasalar ne olur? Okuma yazma Kürtçe olmasa ne kaybederler?” vs gibi tekliflerin sıkıntıyı artıracağı görülmelidir.

“Özerklik” meselesi de öncelikle iki boyutta ele alınabilir. İlk elde Kürt meselesi veya başka herhangi bir mesele temel ahlaki ve hukuki sınırlara riayet ederek rahatça konuşulabilmeli. Teklifleri bastırmak, tehditle susturmak yanlıştır. Susturun, söyletmeyin tarzı çözümler ciddi handikaptır.

Bununla birlikte gündeme getirilen “özerklik” talebinin özelde Kürt halkına genelde Türkiye toplumuna ve de İslam toplumlarına faydası olacak bir talep olmadığını, olamayacağını da görmek için müneccim veya stratejisyen olmaya gerek yok sanırım. Her açıdan problemli dili, çarpık ve sakat mantığı, bilinçli bir biçimde muğlak-belirsiz bırakılan hedefleri ile taslak önümüzde duruyor. Her şeyiyle Öcalan’ın gölgesi altında tesis edilmek istenen prensiplerle sağlıklı, uzun ömürlü ve kardeşliği tesis edecek bir çözüm geliştirebilme ihtimali var mı sizce?

Kemalizmin Türkçü-laik ideolojik dayatmalarıyla ezilen Kürt toplumu şimdiden sonra Öcalan’ın Kürtçü-Stalinist dayatmalarına mı kurban edilecek? Bütün bir coğrafyaya ve topluma hiçbir seçenek tanımadan Kemalizmin dayatılması ile belirli bir coğrafyaya ve topluma Öcalanizmin dayatılması arasında ciddi bir fark yoktur. Kürt halkı sadece Türkçü Kemalizmden değil, Kürt Kemalizminden, Ulu Önder Apo vesayetinden de kurtarılmalıdır.

Kemalizm ile Öcalanizm arasına sıkıştırılmış Kürt halkı etnik kimliğinin inkarı ile merkeze alınması uç noktalarına doğru sürüklenmek isteniyor. İki ideolojinin öncü kadroları da Kürt halkını temelde İslam dışı bir alana sürüklemek istiyor. Biri Türk ulusu, diğeri Kürt ulusu adına adaletin, özgürlüğün ve kardeşliğin dengesini bozacak tuzaklar kuruyor.

Zorla bastırılan talepler kadar bugün gündeme getirilen çözüm önerileri de köklü yanlışlar ihtiva ediyor. Bu taslak metnindeki çözüm önerileriyle yaşanan acıları yok etme, akan kanı durdurma ihtimali kanaatimce hiç de akla yakın görünmüyor.

Dil ile düşünce, dil ile siyaset ve dünya arasındaki ilişkiyi doğru hesap edemeyen Kemalist devletin yanlışı tescil edilmiştir. Şimdi bu yanlışı düzeltme çabaları üzerine yoğunlaşmak gerekirken, yeni yanlışlara kapı aralayacak tutumlardan kaçınmaya özen göstermek lazımdır.

Not: Bu makale aynı zamanda 26 Aralık 2010 Pazar günlü Yeni Akit Gazetesi'nde yayınlanmıştır.