Dil, kimlik, kültür: Ortak değerler

Bejan Matur

Bazı adlar siz farkında olmasanız da hayatınıza eşlik eder. Kerkük onlardan biri. Türkiye'de yaşayan hemen herkesin gitmese de duygusal bir bağla bağlı olduğu şehirdir Kerkük. Türkiye'de yaşayan Kürtler açısından ise duygusal bağla bağlı olunan ad Barzani adıdır. Farkında olsun olmasın Türkiyeli Kürtlerin hayatına Barzani adı, imgesi manevi bir merkez olarak eşlik eder.

Yetmişli yılların başında dedemin ve köydeki yaşlıların kaçak radyo istasyonlarından gizlice dinledikleri haberlerde Molla Mustafa Barzani'den söz edilir, mücadelesi anlatılırdı. Belki KDP bir ad olarak bilinmiyordu ama yetmişlerin o karanlık, Kürtler için zor olan günlerinde Barzani adı sanki hâlâ can vermemiş olan bir vücudun yaşayan kalbini temsil ediyordu. Uzak, dağların ardındaki bir ülkede, birileri kendilerine Kürt diyor ve kimliklerinin mücadelesini veriyorlardı. Dedemin ve köydeki yaşlıların, adını koymasalar da uzaktan uzağa Kürtlüklerinden gizli bir gurur duyduklarını hissederdim.

Sonra aynı radyo istasyonundan Ayşe Şan'ın türküleri başlar ve bütün yaşlılar, elektriği olmayan köyümüzde, yıldızların aydınlattığı gecelerde uzaktaki Kürt kardeşlerine gizli bir yakınlık hisseder ve onlarla akraba olmanın gururunu yaşarlardı. Tıpkı dinledikleri radyo istasyonu gibi duyguları da onlarda bir kaçaklık hissi yaratıyordu. Türkiye'de yaşayan Kürtler için çoğunlukla böyleydi. Kendi varlıklarını yok sayan bir ülkede yaşamayı katlanılır kılıyordu Molla Mustafa'nın Kürtlük mücadelesi. Evet kendileri belki kimliklerini koruyacak bir şey yapamıyorlardı ama, bir tür manevi kıble hayatlarını katlanılır kılıyordu. Kürt kimliğinin kurulmasında ve korunmasında o kaçak istasyonlardan duyulan haberlerin ve müziklerin ne kadar etkili olduğunu çoğu Kürt yaşamıştır, bilir.

O yıllarda Kürt kimliği varla yok arası, yaralı muhayyel bir bedenin haritasında yaşamak anlamına geliyordu. Kuzeyle güneyi ayıran sınır onların bedeni üzerine çizilmişti sanki. Aralarına çekilen sınır var olan bünyeyi bozmuş, kan akışını durdurmuştu. Belki de bu yüzden hepimiz kaçakçılık hikâyeleriyle büyüdük. Sınırın öte yakasında kalanların bizim hikâyemizin bir parçası olduğunu bilerek. En güzel kumaşlar, en güzel kokular, öte yanında kalmıştı sınırın. Halep'te, Şam'da, Bağdat'taydı... Şarkılar dahi öyleydi. Sınırın öte yakasından yayın yapan radyolar taşıyordu Kürtlük ruhunu. Sınırın bu yanında kalan bizler ruhumuzu kaybetmiş, sinmiştik sanki.

Kerkük'ü gören herkes gibi ağladım ben de

Flig denen, şar denilen o kumaşların, ipeklerin, sırmaların temsil ettiği renkler akrabalarla gitmişti. Biz bu yakada kaçak radyo istasyonları ve askerin zaptu raptı altında kalakalmıştık. Ne zaman bir düğün olsa, o düğünü şenlendirecek kumaşlar, giysiler sınırın ötesinden nasıl getirilecek telaşına düşülürdü. Çünkü kumaşları dokuyanları da yollamıştık. Sınırın öte yakasında kalan sadece akrabalık değil hayatın kendisiydi. Sonra mayınlar döşenmişti araya. Akrabaların arasına aklın çektiği sınır o bağı öldüremediği için belki, mayından çare beklenmişti. Mayınlar ne yazık ki bugün de var. Bir zamanlar çeyizlerin, kumaşların, kahveye tat veren hel'in taşındığı sınırdan uzunca bir zaman suç taşındı, silah taşındı. Oradan buraya, buradan karşı tarafa, sınır suçun ve kötülüğün alanı oldu. Hâlâ öyle olmadığını kimse söyleyemez. Çünkü bir barış sınırı olmak üzere tasarlanmadı. Çünkü haksızdı. Öyle haksızdı ki, Saddam'ın zulmü binlerce kadın ve çocuğu, Peşmerge'yi püskürttüğünde ihlal edilmesi gerekendi. Çünkü adil değildi. Coğrafyanın, tarihin ruhuna uygun biçimlenmemişti. Dicle, Fırat akıp giderken, sular coğrafyanın verdiği kadim ruhla mecrasında seyreder, geleceğine ilerlerken insan engellenmişti. O sınırda yaşananlar anlatmakla bitmez. Hepsi trajiktir. Hepsi, ticaretten aşk hikâyesine doğal olmayan bir sınırın dramatik yoğunluğuyla yüklüdür. Bir ticari ilişkide olması beklenen düzen yoktur. Duyguların alanıdır, öfkenin, haksızlığa uğramış olmanın. Dünyadaki diğer sınırlarda yaşanmayan türden yoğunluklar yaşanır. Halil İbrahim kapısında bekletilenler belki siyaset bilmezler, tarih bilmezler ama orada olanın coğrafyanın ruhuna pek de uymadığını derinden hissederler. Kürtler sınırı pasaportla geçerken, Kürt memurların onlara 'be xer hatin' (hoş geldiniz) demesi, aklın var ettiği sınırın hayata çekilemediğini gösterir.

O sınırı 2007'nin baharında geçtim. Zaman'a bir yazı dizisi hazırlayacaktım. Daha önce pek çok ülkeye gitmiş biri olarak, yaşadığım gizli heyecanın çocukluktan hatırladığım radyonun başına eğilmiş merak içindeki dedemin görüntüsü ile ilgili olduğunu fark ettim sonra. Dedemin ve onun kuşağının kendini ait hissettiği ve merak ettiği o dağın ardında yaşamak için mücadele edenlerin ülkesine gidecektim. Kurulmakta olan ülkeye, Kürtlerin ülkesine... Uzak Kürtlerle tanışmanın heyecanı beni yavaş bir yolculuğa ikna etti. Karayolundan gitmeliydim. Toprağın seyrini, coğrafyanın değişimini ancak böyle fark ederdim. Halil İbrahim kapısından geçmek üzere İstanbul'dan yola çıktım. Yol arkadaşlarım Diyarbakır uçağında tanıştığım Türkmen bir amca-yeğendi. Erbil'de konfeksiyon işletiyorlardı. Mallarını İstanbul'dan alıyorlardı. Genç yeğen aynı zamanda İstanbul'da talebeydi. Manevi bağı hepimizi kuşatan ülke ihtimalinin peşinden K.Irak'a giden çoğu Kürt gibi ben de heyecanlıydım. Kürdistan adının sakınılmadan kullanıldığı topraklarda, Kürtlerin kendilerini nasıl yönettiklerinin tanığı olmak gizli bir gurur ve heyecan yaratıyordu bende de. Bir ülke ihtimalinden çok bir özgürlük ihtimali olmasıyla ilgiliydim.

Çok önceleri gördüğüm bir Kerkük görüntüsü zihnimi meşgul ediyordu; Kerkük zindanlarından söz eden o türkünün peşinden yola koyulmuştum. Kerkük'ü görmek sanki o coğrafyada olup bitenleri anlamak için bir kapı olacaktı. Öyle de oldu. Kerkük hüzünlüydü. Kerkük'ü gören herkes gibi ağladım ben de. Orada ellilerden itibaren yurdunu terk etmek zorunda kalan, Saddam'ın sürgününden dönen Kürtlerle konuştum. Bağdat'tan, Musul'dan, Diyala'dan nasıl geri geldiklerini anlattılar. Kerkük'e olan bağlılıklarını, Kerkük'ü sevmenin nasıl bir aşk olduğunu. Şehrin dışında bir kanser gibi büyümekte olan beton mahallelerde nasıl hayata tutunduklarını gördüm. Kerkük'e aynı bağlılık Saddam'ın zorla başka yerlerden getirip yerleştirdiği Araplarda da vardı. Gitmek istemiyorlardı. Her gelen yurt bellemişti.

Kerkük yoksuldu, korku içindeydi ama birbirinin dilini konuşan, ezanını, çanını dinleyen insanların şehriydi hâlâ. Kürt, Türkmen, Arap hiç kimse yaşanan onca gerginliğe rağmen Kerkük'ün kucağından ayrılmak istemiyordu. Ne sürgünü uzun sürmüş Kürtler, ne de oraya Saddam'ın zoruyla yerleşen Araplar, gitmek istemiyorlardı. Kerkük'ün etrafındaki petrol kuyularından yükselen ateş sanki Kerkük'ün derdini yanıyordu. Ve o dert bitecekmiş gibi görünmüyordu. Yoldayken Türkmen yol arkadaşlarım benimle bildikleri Badini lehçesinde sohbet etmişlerdi. İstanbul'u ne kadar sevdiklerini, Erbil'de nasıl Kürtlerle hiç sorun yaşamadan geçindiklerini. Nasıl Kürt, Türkmen yan yana, iç içe olduklarını, kız alıp verdiklerini. Daha yoldayken bu coğrafya hakkında umuda kapılmama neden olan bu tanışma, bende bir yazıklanma duygusu da yaratmıştı. Biz Türkiye'de yaşayanlardan esirgenmiş bir dil zenginliğiydi bu. Türkiye'deki Kürtlerin dilini, Türk kardeşleri konuşamıyordu. Bırakın dili, şarkılarını dahi söyleyemiyorlardı. Ama ne gam, Türkmen amca-yeğenle Kürtçe şarkılar söyleyerek Cudi Dağı boyunca Halil İbrahim kapısına ilerliyorduk... Bir sınır yoktu zihinlerinde. Erbil, Mardin, Diyarbakır bir ve aynıydı onlar için. İstanbul hepsi için ufuk çizgisine sıralanmış bir hayal şehirdi.

Kimi kimden ayırabilirsiniz ki burada!

Merak içinde Erbil'e geldim. Sokaklarında, çarşılarında dolaştım. Yan yana yaşayan dillerin, dinlerin hayretini yaşadım. Yoksul okulların sınıflarına girdim. Talebelerle konuştum. Tarih dersini Soranice verirken, bir sonraki biyoloji dersini Türkmence verecek olan hocaların sevecenliğini gördüm. Karşılaştığım bu şaşırtıcı dil harmanı bana yaşanan onca acıya zulme rağmen hâlâ kardeşliğin mümkün olabileceğini gösterdi. Bu kardeşliği koruduğu için bu topraklar adına ümitlendim. Belki Saddam'ın zulmünden kaçarken birbirlerine sığınmış, birbirlerinin sıcaklığında ısınmışlardı. Ne önemi vardı ki nedenlerin. Burada gördüğüm çok seslilik ve bu sesliliği yaşatmak isteyen yönetime gıpta ettim. En ileri Avrupa demokrasilerinde yasaların, kuralların var ettiği demokratik zemin burada kendiliğinden vardı. Kimi kimden ayıracaktınız? Hangi dili, hangi lehçeden? Hepsinin kökleri ayrılmaz bir biçimde karışmıştı. Bu zenginliği koruyacak, besleyecek yasaların yapılması, sistemin kurulması için çalışan kadroların çabası görmezden gelinemezdi. Belki onlardan çok ileride duruyorduk ama onlardan öğreneceklerimiz vardı. Çok kültürlülüğü canlı bir biçimde yaşıyorlardı çünkü.

Burada geçirdiğim günlerde hep Türkçeyi özledim. Tıpkı İstanbul'dayken Kürtçeyi özlediğim gibi. Neresi memleket, neresi gurbet bilemedim. Biz-ben karışmıştı. Her yer memleket, her yer gurbetken insana bakmayı öğrendim. Saddam'ın zulmünden birbirine sığınmış Kürt ve Türkmenlerin inşa ettiği kardeşliğe inandım. Burası bir ve ayrılmaz bir coğrafyaydı. Buna inandım. Çünkü bizim aramıza sınırları çeken dağların kendisi değildi. Yüzyıl başında çekilen sınırın ayırdığı kalplerin hasretle dolması ve o hasretin var ettiği türküler her yerde aynıydı. Sevgili Çandar'ın söylediği 'biz bir ulusuz'. Belki dillerini anlamıyoruz ama 'biriz, aynıyız'a inandım. Tıpkı Suriye'de benim toprağım olan Maraş'tan giden Ermenileri anladığım, yemeklerindeki sumak ölçüsünü dahi babaanneminkine benzettiğim gibi. Tıpkı günlerin, gecelerin aynı gökyüzü altında uyuyan bizleri birleştireceğine inandığım gibi.

Erbil'in İstanbul'u, Diyarbakır'ı eksikti. Nasıl İstanbul'un Kürtçesi, Kerkük'ü eksikse... Nasıl Kürtlerin bayrağını, haritasını görünce duygulanan ve bu duygudan edindiği gurur ile hasreti dinen Kürtler, koşarak geldikleri K. Irak'tan ülkelerine, Türkiye'ye hasretle dönüyorlarsa. Aynı hasreti Abant'ın o güzelim göl manzarasında, Rebwar Karim'le konuşurken yaşadım. Rebwar, 'Erbil'de yaşamayı hiçbir şeye değişmem.' diyordu... Şehri orasıydı. Kimlik tam da böyle bir şeydi. Kendimizi nasıl hissettiğimizdi kimlik. Nereye ait hissettiğimizdi. Bu anlamda elbette Türkçeydi benim yurdum. Ama uzaktaki dağların ardında benim kimliğimi yaşatmak için çabalayanlara da bağlıydım. Hiç görmesem de. Onların şehirlerinde hep İstanbul'u, Diyarbakır'ı özlesem de bu böyleydi. Nasıl Türkiyeli biri Kerkük'ü görmeden kendini oraya, o türkülere ve hüzne ait hissediyorsa, bu bütün Kürtler için böyleydi. Bilincimizin derin katlarında örülen bu aidiyetin bizleri nerelerde birleştirip nerelerde ayırdığının elbette matematik bir anlatımı olamaz. Ama siyaset ve sınırları var edecek olan en nihayetinde duygularımızdır. Hastalanmış bu vücudun iyileşmesi, kan akışının sağlanması için var olan sınırın şeffaflaşması gerekiyor.

İhtiyacımız olan cesaret değil samimiyet...

Ortadoğu'nun bir havza olduğunun hatırlanması gerekiyor. Dillerimiz ayrı olabilir ama duygumuz, yüreğimizin dövüldüğü zaman ve toprak bir. Kürtçenin kendi içine kapanmayıp, dünyayla bağını kuracak olan biziz. Tıpkı Türkçenin Doğu olmadan, Ortadoğu olmadan yaşaması, hayatı eksik olduğu gibi. Bunun için öncelikle, dillerden düşmeyen kardeşlik kelimesinin, haysiyetini iade etmemiz gerekiyor. O duygusal zeminin üzerini örtüp, bizleri içi boşaltılmış kardeşlik ve komşuluk söylevleriyle oyalayanların samimiyetsizliği artık daha kolay fark ediliyor. Aramızdaki önyargıları üretenler sadece Kürtlere değil, bütün Ortadoğu değerlerine sırtlarını dönmüşlerdi. Iraklı Kürtler sadece Kürt oldukları için değil, Iraklı oldukları için de bunca zaman seçkinlerin hayatından dışlandılar.

Ama ne mutlu ki, Türkiye kamuoyunda güneyli Kürtler için yukarıdan empoze edilen kırıcı, küçümseyici tavır değişiyor. Ortadoğu'da kuşatıcı bir siyaset üretmek niyetinde olan Türkiye bunu Kürtlere rağmen yapamayacağını artık fark ediyor. Hepimiz tanığıyız; güneyli Kürtleri dışlayan, küçümseyen her karar, her söz Türkiyeli ve güneyli Kürtleri kenetledi. Kürtler arasındaki farklılıklar; ortak değerler söz konusu olduğunda hızla kapandı. Türkiyeli Kürtler, güneyli kardeşleri hakkında söylenen, ima edilen her sözden bu derece etkilenirken Türkiye'nin onlara rağmen bir siyaset üretmesi mümkün olamazdı, olmamalı. Türkiye artık gerçeklerin ülkesi olmak yolunda. Hayatın dayattığı hakikatin ülkesi olmak.

Demokratikleşme için güneyli Kürtlerin Türkiye'ye ihtiyacı olduğu kadar, Türkiye'nin de güneyli Kürtlere ihtiyacı var. Bu anlamda güneyli Kürtlerle ittifaklar geliştirmesi son derece önemli ama sorunun asıl kaynağını da gözden kaçırmamalı. Bu iyileştirmenin başlaması gereken yer iç siyasettir. Türkiye kendi Kürtleriyle barışmadan, iç barışını sağlamadan Ortadoğu'da bir barış öncüsü rolüne soyunamaz. Türkiye öncelikle kendi Kürtlerine güvenmeyi öğrenmeli. Diplomasideki cesaret kadar, iç siyasette güven sergilemeli.

Ortadoğu'nun bir barış havzası olması hâlâ mümkün; çünkü üzeri örtülmüş olan "biz" duygusunun kökleri hâlâ taze. Bu konuda ihtiyacımız olan şey sanıldığının aksine cesaret değil, samimiyettir. O samimiyeti gösterdiğimizde bulacağımız kardeşliğin varsaydığımızdan çok daha derin olduğunu görebiliriz. Kardeşliğin harcından zoru çıkarmakla başlamalıyız belki de. Çünkü bize unutturulan kardeşliği canlandıracak olan; güç değil, her durumda iyi niyet ve samimiyettir. Kuzeyle güneyi ayıran sınırın yüreklerde yer etmediğini gösteren bu toplantı umarım samimiyetin ilk adımı olur.

ZAMAN