İsimler ve renklerle kavga eden bir devlet mantığına, mezarlardan dile-lisana kadar abanan oradan da tarihe ve kılık kıyafete savaş açan bir aydınlanma-ilerleme ideolojisine karşı tam bir asırdır sabırla sebatla mücadele vermiş bir toplumuz. Bürokrasi, akademi, sermaye ve ordusuyla devlet sınıfları modern Batı’dan öykündükleri ve ithal-ikame mantığıyla Müslüman toplumun üzerine bir deli gömleği gibi giydirmeye kalkıştıkları ulusalcı-ırkçı kimlikle doğal-fıtri olan her durumu zorbalıkla hizaya çekmeye giriştiler. İkna yolunu değil tecebbür, tehcir, inkâr ve asimilasyon yolunu tuttular hep. Bu sebeple devlet ve toplum, bürokrasi ve halk arasında hep bir uyumsuzluk, derin bir güvensizlik hatta çatışma yaşandı. Çünkü seküler-ulus devlet nezdinde makbul vatandaşın standartları ve kodları da milimetrik hesaplarla belirlenmişti.
Başörtüsü başta olmak üzere İslami değer ve sembollere yönelik seküler despotizmin püskürtüldüğü, Kürt sorununda inkâr ve asimilasyon teamüllerinin tersine çevrildiği, ordu ve yüksek yargı vesayetinin çökertildiği, eğitim öğretim kurumlarında kışla mantığına son verildiği süreçte oldukça ağır bedeller ödendi elbette. Fakat Türkiye bir normalleşme, hukuk devleti iddialarının altını doldurma yolunda ciddi kazanımlar da elde etti. Ne var ki, 15 Temmuz darbe sürecinden olağanüstü bir zaferle çıkılmış ve bürokratik oligarşinin sağ-sol, Türkçü-Kürtçü, seküler-mistik bütün kanatlarına karşı hem moral açıdan hem de toplumsal meşruiyet açısından muazzam bir destek kazanılmış olmasına rağmen bazı aşırı kaygı ve pragmatik hesaplar dolayısıyla kendi kendine zaaf noktaları oluşturdu maalesef. Fethullahçı cuntaya karşı verilen mücadeleyi sabıkası onlardan da kabarık Ata/Türkçü cenahla takviye etme tamahkârlığı büyük bir zaferin müjdecisi gibi görülmüşse de zaman ilerledikçe nasıl bir kambura talip olunduğu kendisini ağır bir biçimde göstermeye başlamıştır.
Trajikomik ama gerçek maalesef
Temel hak ve özgürlüklere ilişkin vurguların, hukuk devleti normlarına dair ileri ve sistematik adımların yerini yerlilik ve millilik sloganları aldıkça, beka kaygısına dair söylemler ciddiyet boyutlarını aşıp paranoyaya varan komplo teorilerine yaslandıkça ortaya son derece trajikomik hadiseler çıkmaya başladı. Ankara Kızılay’da Somalililer tarafından işletilen kafe-lokantaya yönelik polis baskısının kanunlardan öteye ahlak, hukuk ve özgürlük değerlerini paspas eden bir utanca nasıl dönüştüğüne dair bir kanaat edinmek için gelişmelere dikkatle bakmak yeterli olur.
İnanması çok zor ama başkent Ankara’nın göbeğinde, Kızılay’da Afrika kökenli insanların ticaret ve sosyal hayatta görünür olmasını sözde polis denetimleriyle engellemeye çalışan bir dizi ulusalcı-milliyetçi baskıyı gereğince tartışamıyoruz. Saab Arap Afrika Yemekleri isimli işletmenin tabelasından müşterilerine kadar Ankara Emniyet Müdürlüğü tarafından neden hedef alındığına dair makul mantıklı bir izah görebilmiş değiliz şu ana kadar. Resmi beyanlara bakacak olursak mesela Göç İdaresi Başkanlığı “TSE 13813 standardına göre tabelalarda yabancı dildeki ifadelerin Türkçe ifadelerin %25’ini geçmeyecek büyüklükte puntolarla yazılması” gerektiğini öne sürerek polisin tabelaları boyama ve indirme hakkını savunmaya yeltendi.
Tabi Göç İdaresi Başkanlığı’nın bu izahı ortadaki derin çelişkiyi bir nebze olsun gideremeyecek kadar zayıf, çelimsiz ve hakikatten uzak olduğu için kimilerini güldürdü kimilerini de öfkelendirdi. İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça, Japonca, Korece, Rusça, Çince başta olmak üzere bütün dünya dillerine açık olan çarşı pazar, sokaklar ve plazalar değil de Somalilere ait iki kafe-lokanta mı bütün bir ülkeyi dünyanın gözü önünde utanç verici bir müsamerenin parçası yapıyordu? Bırakın yabancı firmaları Türkiye’nin dünyaya açılan en önemli tekstil ve teknoloji markaları bile Türkçe değilken Afrikalı göçmenlerin küçücük iki dükkânı önünde karakol kurmak da nedir Allah aşkına? Elde uzun boya fırçalarıyla tabelaları beyaza boyamak, Türkiye vatandaşı olmuş işletmeciler ve müşterileri üzerine korku salmak, uygulamanın temel hak ve özgürlüklere yönelik ırkçı saikler taşıyan bir saldırı olduğunu dile getiren Deva Partisi Milletvekili Mustafa Yeneroğlu’na yönelik tehdit ve hakaret içeren bir polis amirinin çirkin tavırlar sergilemesi bir kâbus gibi ülkenin üzerine çöküyor adeta.
Tabela savaşlarına giren kaybetmeye mahkûmdur
Aslen Etiyopyalı olan ve TC vatandaşlığı alan Saab Cafe’nin sahibi Mesaret Karakaya’nın iflasa sürüklenmek istenen işletmesinin önündeki haykırışına birkaç dakika olsun kulak verirseniz uyduruk bir dil hassasiyeti bahanesiyle bizzat devlet memurları eliyle, emniyet güçleri marifetiyle ülkenin alnına nasıl bir kara leke sürüldüğünü kahrolarak görürsünüz. Resmi beyanlara hiç yansıtılmasa da polisin sürekli olarak Saab Cafe’nin tabelasında, dükkânın iç dizaynında sarı-kırmızı-yeşil gibi renkleri sildirmek için olağanüstü bir gayret sarf ettiğini anlıyoruz. Mesaret Hanım ısrarla 1897’den 1996’ya kadar şekli tam beş kez değişen Etiyopya bayrağında sarı-yeşil-kırmızı renklerin hiç değişmediğini, bu renklerin ve kendilerinin PKK’yla hiçbir ilişkisi olmadığını, tamamen otantik-tarihsel bir yönü olduğunu vurgulamasına rağmen bütün izahları “ben bilmem merkez bilir” mantığına toslayıp durmuş. Çocuklarımız Müslüman bir ülkede büyüsün, eğitim öğretim alsın ve çalışsın diye Afrika’dan gelen insanlara yapılan bu çirkin muamelenin ne kanunla ne de güvenlik mantığıyla zerre miktarı olsun bir bağlantısı kurulabiliyor.
Mesela çevre esnafın ve Kızılay sakinlerinin “biz hiç rahatsız değiliz” diyerek sahip çıktığı Saab Cafe’de Ağustos 2021’de başlayan baskılar sonucu çalışan sayısı 30’dan 3’e düşmüş. Çünkü işletmenin ortaklarından ve 10 yılı aşkındır Türkiye’de yaşayan Muhammed İsa Abdullah bir emniyet mensubunun kendisine “Burayı Türkleştireceğim, Somalilileri söküp atacağım” şeklinde ırkçı-ayrımcı baskılara maruz kaldığını iddia ediyor. Fakat resmi kurumlardan “asla böyle ırkçı-ayrımcı bir söz söylenemez” gibi bir tekzip yayınlanamıyor ne yazık ki. Belediye, vergi dairesi, ticaret odası vs. bütün prosedürün tamamlanmış olmasına rağmen yüksek enflasyon ve kur baskısıyla değil doğrudan polis baskısıyla iflasa sürüklenen bir işletmenin acıklı hikâyesi duruyor önümüzde.
“Haşdi Şabi”den yola çıkıp Saab Cafe’yi “kökü dışarıda” bir örgütle irtibatlandırmaya çalışan uzman görüşüne “saab”ın Somali dilinde “sepet, kutu” gibi anlamları olduğunu izah etmeye girişmek neredeyse deveye hendek atlatmak kadar zor oluyor maalesef. Gururla tekrarlanan, övünçle pazarlanan “Türkiye’de asla ırkçılık olmaz/yoktur” sloganlarının bir kez de Somalili-Etiyopyalı insanlara karşısında iflas ettiğine şahitlik ediyoruz. Afrika’ya açılacağız açılmasına, Afrika’yı sömürgecilerin elinden kurtaracağız kurtarmasına da “Ata/Türkçülük gurur ve şuurunun” kışkırttığı ırkçı ve ötekileştirici takıntılardan, nefret ve düşmanlığı tahrik eden zorbalıklardan bir türlü vazgeçilemiyor hala. T. Edward Lawrence gibi Gertrude Bell gibi ajan-provokatörlerin bölge bölge gezip Müslüman halkları Türkiye’ye karşı kışkırtmasına hacet bırakmayacak kadar cahiliyye bataklığını hakim kılmaya çalışan bürokratik oligarşinin nüfuzu hala çok güçlü çünkü.
Tabeladaki isim ve renkler değil asıl mesele paranoya derecesinde seyreden ve bütün bir ülkeyi ulusalcılık-ırkçılık bataklığına sürükleyen güvenlik anlayışındadır. Siyahi oldukları, Afrika’dan geldikleri, arkasında güçlü bir kurumsal destekten mahrum oldukları için Somalili esnafa yapılan bu haksız, aşırı ve irrite edici müdahaleye Adalet ve İçişleri Bakanları derhal müdahale etmelidirler. Makul hiçbir akıl mevcut tabloyu dil hassasiyeti bağlamında yorumlayamaz. Elde fırçayla önce tabelalara akabinde işletme sahiplerine ve müşterilere uzanan baskının renk takıntısını aşıp paranoyaya işaret ettiğini tespit etmek hiç de zor değil. Birkaç istisna örnek bile sayılsa siyahilere yönelen devlet baskısı gibi bir görüntü Türkiye’yi yıllar boyunca eleştirdiğimiz sömürgeci Batı’yla aynı safa doğru sürüklemek için bir vesile kılınır.
Arap düşmanlığı, Afgan nefreti, Afrikalı kovalamaca gibi hastalıklarla köklü bir biçimde mücadele etmedikçe ülke ve toplum olarak ırkçı-ulusalcı hastalıklardan da kurtulamayız. Muhafazakâr demokrat siyasi kadrolar bürokratik oligarşiyi inşa eden ve bir asırdır topluma tahakküm eden Ata/Türkçü mantıkla paralel yürüyerek, paslaşarak veya resmi ideoloji karşısında pasif ve edilgen kalarak hukuk devleti iddiasını sürdüremez. “Ana haber bültenlerine konu olmuyor, birkaç çürük elmayı toplum umursamaz…” gibi bir düşünme tarzı siyaset ve toplum açısından kendi kendine kurulmuş zihinsel bir tuzaktır. Bu zihinsel tuzaklar ahlak ve hukuk ilkelerine dayanarak boşa çıkarılmadığı takdirde ülkeyi de hükümeti de hayırlı olmayan bir akıbete doğru sürükler.