Gökhan Özcan/Yeni Şafak
Sanki havaya karışmış gibi..
Renklerin, kelimeler gibi hayata anlamını katan bir tarafı var. Renkler olmadan hayatın görünümlerini ifadeye kavuşturabilmemiz mümkün değil. Şehirleri mesela, sonbaharı, denizi, gökyüzünü, elmaları, erguvanları, farklı mimari yapıları, trafik işaretlerini, giysilerimizi, kurutulmuş sebzeleri ve aklımıza başka ne gelirse, renkler olmadan bir karaktere bürüyemez, tarif edemez ve belki en önemlisi, sevemez, benimseyemeyiz onları. Söylerken, anlatırken, dile getirirken, ne çok şeyi renklerle ifade ettiğimizi bir düşünelim. O kadar çok şey eksik, tarifsiz ve havada kalır ki renkleri çıkarıversek kelimelerimizin arasından. Bunun en çok ressamlar farkında muhtemelen. Onlar her şeyi renklerle söylemek, renklerle anlatmak zorundalar çünkü.
“…kelebekler zamanı gelince buradan ayrılıp giderler. Öldüklerini bilirim, ama ne kadar ararsam arayayım ölülerini bulamam. Sanki havaya karışmış gibi, bir iz bırakmadan kaybolup giderler. Kelebekler her şeyden daha kırılgan, naif canlılardır. Bir anda doğar, sınırlı ve çok az şey ister, sonra da sessizce kaybolup giderler. Muhtemelen buradan başka bir dünyaya” diyor ‘1Q84’ isimli kitabında Haruki Murakami.
Zaman ilerliyor ve zamanla birlikte hayatın hafızasından da birçok şey eksiliyor. Televizyonun, bilgisayarların ve internetin olmadığı bir dünyaya doğan benim gibi eski insanların yaşları da ilerliyor. Çok da uzun olmayan bir zaman içinde teknolojinin her şey olmadığı öyle bir dünyanın bizzat şahidi olan pek kimse kalmamış olacak. Geri dönülemez bir nokta, bütün itirazların söndüğü bir yer olacak bu! Teknolojinin her noktasına bir kuşatıcı elbise gibi giydirildiği bir yaşama biçimi, hayatın asli karakteri, doğal hali kabul edilecek. Başka türlüsü ne kimsenin aklına gelecek ne de bir kıyas imkânı olacak. Bugün benim gibi eski dünyalıları endişeye sevk eden şeyler hakkında en ufak bir tartışma bile yapılamayacak. Hayatın seyrinin eskiden nasıl olduğu unutulacak. Tıpkı elektriği olmayan bir dünyadan (çok geçmedi üzerinden; benim çocukluğumda hiçbir köyde ve pek çok kasabada elektrik yoktu mesela) her şeyin elektrikle yapıldığı bir dünyaya geçildiğinde olduğu gibi… Ne var bunda denebilir? Böyle baş döndürücü değişimlerin sadece hayatı değil, zihinleri, düşünme biçimlerini ve değerler dünyasını kökten değiştirdiğini ve bunun günümüzde olduğu gibi hayatın ortasında kocaman anlam boşlukları oluşturduğunu göz ardı edersek, evet, ne var bunda! Dijital devrimin yürünmemiş daha çok yolu olduğu açıkça görülüyor, belli ki daha çok şey değişecek ve daha şimdiden bizim yerine sadra şifa bir şey koyamadığımız pek çok anlam kaybımız var!
“Şu sıra etrafımdaki alelade bir şeye gözüm takılsa” dedi beyaz saçlı adam, “onu ne kadar uzun zamandır görmemiş olduğumu fark ediyorum!”