Diaspora olmak zor zanaattır

Ayşe Hür

90 yıl sonra da olsa, Ermenistan’la ilişkilerimizin düzelme yoluna girmesi çok sevindirici. İki ülke arasında imzalanan protokollerin parçası olan tarih komisyonu önerisine, Ermeni diasporasının bazı kesimlerinden gelen haklı tepkiler üzerine, geleneksel ‘diaspora alerjisi’ yeniden alevlendi. Hükümet yetkililerinden sol entelektüellere kadar uzanan geniş bir kesim ‘diaspora soykırım endüstrisinden geçiniyor’, ‘diasporayı muhatap almamak lazım’gibi sözler sarf ediyor. Diaspora, pek çok kişi için milliyetçilik, önyargılı tavır, fanatizm, çözümsüzlük, Türk düşmanlığı, intikam hissi, saldırganlık hatta ASALA anlamına geliyor. Bu algıya son örnek Meclis’te Ermenistan açılımı savunan Ömer Çelik’in diaspora genellemeleriydi. Ama daha vahimi, Taraf gazetesinin geçtiğimiz haftalarda kullandığı “Ha Bahçeli, ha Diaspora”, “Bakû ve Diaspora çıldırdı” manşetleriydi. Konuyla ilgili olarak, 19 Ekim tarihli Star gazetesinde Rober Koptaş’ın; 20 Ekim tarihli gazetemizin Hertaraf sütunlarında Talin Sucuyan’ın sert eleştiri yazıları çıktı. Diasporanın şeytanlaştırılmasına yönelik eleştiriler yerinde ama her iki yazarın da Taraf’ı (Sucuyan ima yoluyla, Koptaş açıkça) ahlaksızlıkla suçlaması doğrusu çok ağır kaçmış. Bana göre ortada, ahlaksızlık değil, (elbette ayıplanacak kadar) derin bir bilgisizlik ve önyargı var. Benzer bir yaklaşımın Ermeni diasporasının bazı kesimlerinde olduğunu da biliyoruz. ‘Herkes kendi evinin önünü süpürsün’ prensibinden hareketle, ben üzerime düşeni yapmaya, başta Taraf’ın yazıişleri olmak üzere, Ermeni diasporasını yekpare, tektip, durağan ve daha kötüsü şeytani bir oluşum gibi görenlere ufuk açmak amacıyla, bu haftayı Ermeni diasporasına ayırmaya karar verdim.  


‘Diasporanın anası’ Ortadoğu


Tarih boyunca çektikleri acıları ‘Müslüman denizinde bir Hıristiyan adası’ olmalarına bağlayanlar açısından Ortadoğu deneyimi çarpıcıdır. Bilindiği gibi 1915’te tehcire tabi tutulan Ermenilerin ilk menzili Suriye çölleriydi. İttihat ve Terakki’nin Türkleştirme politikaları ile başları hoş olmayan Arap milliyetçilerin doğal biçimde sempati ile yaklaştıkları Ermeniler Suriye, Lübnan (Hatay’daki Musa Dağı’ndakiler Burc El Hammud’a), Mısır ve Kıbrıs’a yerleştiler. Bu grupların bir kısmı Şah Abbas döneminden (1600’lerin başı) beri hoş karşılandıkları İran’a geçti. Bütün zenginliklerini Anadolu’da bırakmak zorunda kalan Ermeniler, 1920’lerin sonuna dek bazı hayır kurumları destekle ayakta durdular. İlk sürgünler zanaatkârlığın ve tarımın egemen olduğu Arap ülkelerinde doğal olarak benzeri işlerle uğraştılar. Ancak yerel halktan daha donanımlı oldukları için durumları hızla iyileşti. 1939’da Hatay’daki Fransız mandasının sona ermesinden sonra oradaki Ermeniler de Suriye ve Lübnan’a (Bekaa’daki Anjar’a) göç ettiler.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında artık tüccarlar, kamu görevlileri ve öğrenciler arasında Ermenilere sıkça rastlanıyordu. 1960’larda Lübnan’daki büyük endüstri işletmelerinin yüzde 18’i, küçük işletmelerin yüzde 43’ü Ermenilerin elindeydi. Bu dönemde, Lübnan ve İran Ermeni cemaatleri etnik-dinsel azınlık olarak bazı yasal haklar kazanmaya başladılar. Bütün bu olumlu olaylara rağmen Müslüman ve Hıristiyan kültürleri arasındaki derin farklılıklar yüzünden cemaatler arası evlilikler olmadı, böylece kültürel ve etnik anlamda saf kaldılar. Bir gün anavatanlarına dönme umudunu kaybetmemekle birlikte, giderek içlerine kapanan cemaat üyeleri bu ülkelerdeki politik atmosferin izin verdiği ölçüde Türkiye’yi eleştirdiler, gösteri yürüyüşleri düzenlediler. 1965’te soykırım meselesini Ermenistan dışında ilk dile getiren bu diaspora oldu. 1975’ten itibaren Türk kamuoyunu, Ermeni Meselesi ile travmatik şekilde yüzleştiren ASALA bu topraklarda kuruldu.

Zamanla ana yurda dönüş umudu söndükçe Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti’ne bağlılığını sürdüren küçük bir azınlık dışında, içinde yaşadıkları ülkelerle bütünleşmenin kaçınılmazlığı fikri güçlenmeye başladı. Ancak 1967 Mısır-İsrail savaşı, 1979 İran İslam Devrimi, 1975-1990 Lübnan iç savaşı gibi olaylarla sembolize olan milliyetçilik ve dincilik akımları Ermeni diasporasının rahatını kaçırdı. Bu tarihlerde büyük bir kesim Batı ülkelerine göç etti. Yine de Burc El Hammud ve Anjar’da 100 bin kadar Ermeni toplu halde yaşamaya devam etti.  


Batı diasporaları

Aslında Batı’ya ilk ciddi Ermeni göçü Ortadoğu’da faaliyet gösteren Protestan misyonerlerin etkisiyle, 19. yüzyılda olmuştu. Bunu 1890’larda II. Abdülhamid döneminin katliamlarından kaçan 15 bin kişilik grup izlemişti. Ardından 1915-1920 göçmenleri ile 1924’ten sonra100 bin Türkiye Ermenisi önce Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve Macaristan’a, buralardan Fransa (Paris, Marsilya, Lyon, Nis) başta olmak üzere Avrupa’nın diğer ülkelerine ve Amerika kıtasına yayıldılar. Amerika’dan Kanada’ya geçtiler. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise Mısır, Suriye, Irak ve Türkiye’den, Romanya, Lübnan ve İran’dan, SSCB başta olmak üzere diğer komünist ülkelerden politik sürgünler ABD’ye geldiler.

Batı diasporalarının kaderi Ortadoğu’dakilerden farklı oldu. Buralarda göçmenler daha önyargılı karşılandılar, eski tarihlerde kurulmuş olan yerleşik ana akım kültürlere dahil olmaları konusunda daha çok baskı gördüler. Başlangıçta Hıristiyan olmaları avantaj gibi görünüyordu ama daha ağır basan özellikleri ‘Asyalı’, ‘Doğulu’ olmalarıydı. Ayrıca mesleki açıdan yeterince donanımlı değillerdi ve eğitimleri görece düşüktü. Nitekim bu önyargılar sonucu 1920’lerde ABD’nin Kaliforniya Eyaletinde Ermenilere yerleşme, iş bulma, iş değiştirme ve kamu vasıtalarını kullanma konularında belli yasaklar getirildi. Öyle ki birçok işyerinin kapısında ‘Zenciler ve Ermeniler giremez’ levhaları bile konuldu.

Özellikle ilk dalga göçmenler önyargıları aşmak ve bir an önce kabul görmek için ev sahibi ülkelerin kültürlerine adeta teslim oldular. Muhtemelen daha çabuk kabul edilebilmek için, İkinci Dünya Savaşı sırasında 18 bin Ermeni genci ABD ordusuna kayıt oldu, bunlardan en az 10 bini Nazilere karşı savaştı. Aynı şekilde Fransa, Yunanistan ve Bulgaristan’da yaşayanlar arasında direniş güçlerine katılanlar oldu. Bu arada yerli cemaatlerle yapılan evliliklerin oranı yüzde 60’lara kadar çıkmıştı. Çocuklarını daha çabuk dil öğrensinler ve kabul görsünler diye yerel okullara gönderdiler. Öyle ki uzun yıllar boyunca ABD’deki tek Ermeni kültür kurumu Cumartesi ve Pazar okulları denen kilise okulları oldu.

Ancak 1960’lar sonrası Ortadoğu’dan, 1980’lerde İran’dan gelen militan gruplar, Batı diasporasını çok etkiledi. Öncelikle ABD, Kanada, İngiltere ve Fransa’daki mevcut cemaatler büyürken, bunlara İsveç, Almanya, İsviçre, Hollanda ve Belçika gibi yeni cemaatler katıldı. O güne dek içinde yaşadıkları topluma gayet iyi entegre (veya asimile) olmuş gruplar, Ortadoğu kökenlilerin kültürel muhafazakârlığından etkilenerek politize oldular. Tarihlerine, Türkiye’ye yeni bir gözle baktılar ve Türk ve dünya kamuoyunun ilgisizliğine karşı yeni stratejiler geliştirmeye başladılar. ABD’de tam zamanlı Ermeni okullarının kuruluşu bu yeni göçmenlerin etkisi ile oldu. Nasıl ki New York diaspora Yahudilerin başkentiyse, Kaliforniya da Ermenilerin başkenti oldu. Bu yıllarda bu büyük cemaatlerin diğer diasporalara üstünlük tasladıkları, sık sık “biz Ermenistanız”, “biz Ermenilerin kalesiyiz” türünden laflar ettikleri duyuldu.  


Güney Amerika diasporası


Ortadoğu, Avrupa ve ABD’de böyle canlı bir diaspora yaşamı varken, Güney Amerika’da tam tersi bir sessizlik hakimdi. Bu uzak kıtaya ilk göçmenler 21 bin Ermeni’nin öldürüldüğü 1909 Adana Olayları’ndan sonra gelmişlerdi. Bunları 1911’de Trablusgarp Savaşı’na gitmek istemeyenler izledi. Quilmes, La Plata ve Buenos Aries’e yerleşen ilk göçmenler çoğunlukla Mardin, Diyarbakır ve Adana kökenliydiler. 1915-20, 1925-36 ve 1947-54 arasındaki göçler ise sadece Arjantin’e değil, Uruguay ve Brezilya başta olmak üzere diğer Latin Amerika ülkelerine yöneldi. Ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra yeni bir göç dalgası yaşanmadığı için bu diaspora, etnik, kültürel ve politik anlamda oldukça stabil ve izole durumda kaldılar. Belki de bu uzaklığı telafi etmek için, yerleştikleri ülkelerin parlamentolarda ilk soykırım tasarılarını onlar onaylattılar.  


Eski Sovyet coğrafyasındaki diaspora

Bazı bilim adamlarının ‘iç diaspora’, bazılarının ise ‘süper diaspora’ adını taktığı eski Sovyet coğrafyasındaki cemaatler ise ne Ermeni diasporasının temel karakteristiklerini taşır ne de genel olarak diaspora tanımına uyar. Nitekim onlar da hiçbir zaman kendilerine spyurk yani ‘diaspora’ dememişlerdir. 1000’li yıllardan beri ağırlıklı olarak Karadeniz’in kuzey ve kuzeydoğu kıyılarında yerleşik olan Rusya Ermenilerinin radikal milliyetçi kesimleri, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’ne karşı savaşan Rus ordularında yer aldıkları için, resmi tarihin ‘Ermeni ihaneti’ söylemine önemli bir malzeme sağladılar ama 1917 Ekim Devrimi’nden itibaren Sovyet sistemi içinde erimeye ve Slavlaşmaya başladılar. Rusya cemaati 1991’de yeniden bağımsız olan Ermenistan Cumhuriyeti’nden gelenlerle hızla büyüdü. Halen Krasnodar ve Stavropol’da 800 bin, Rostov ve Moskova’da 500 bin kadar Ermeni nüfus yaşıyor. Ancak bu kesimlerin, tarihsel hafızayı canlı tutmak, Ermenistan’a ya da başka yerlerdeki soydaşlarına yardım etmek gibi bir dertleri yok.

Azerbaycan, Özbekistan ve Tacikistan gibi Müslüman ülkelerde yaşayanlar ise Slavlaşma sürecinden uzak kaldılar ama Müslümanlarla ilişkileri Ortadoğu’daki gibi barışçıl olmadı. Özellikle 1800’lü yıllardan beri açık olan tarihsel pek çok hesap yüzünden, Azerilerle Ermenilerin arası hiç düzelmedi. Ermeniler’in geleneksel olarak saygı gördükleri tek bölge olan Gürcistan’da bile son yıllarda yerel halkla Ermeniler arasında sorunlar oldu. Ama bu kesimler de soykırım tartışmalarında yer almadı.  


Ortak eğilimler


Bugün ulus-devletlerin bile küreselleşmenin etkilerine direnemediği bir ortamda, 76 ülkeye yayılmış 5-6 milyon kişiden oluşan ‘üzerinde güneş batmayan Ermeni diasporası’ değişik hızlarda ve değişik tarihlerde başlamış çok boyutlu ve çok katmanlı bir değişim sürecini yaşamakta. Bu değişimin önemli dönemeçlerinden biri, 25 bin kişinin hayatını kaybettiği 1988 Erivan depremiydi. Bu acılı olay diasporanın Ermenistan’la duygusal ilişkisinin kurulmasında önemli rol oynadı. 1991’de Ermenistan Cumhuriyeti’nin ikinci kez bağımsızlığını kazanmasından sonra anavatan ile diaspora arasındaki ilişkiler daha da güçlenmeye başladı. Bu arada 1921’de ülkeden sürülen Taşnak ve Hınçak partileri Ermenistan’a geri döndüler. Ama özellikle Taşnakların rejimle yıldızı pek barışmadı. Diaspora Ermenileri ile Ermenistan Ermenileri Erivan’da 1999 ve 2002 yıllarında yapılan iki forumda bir araya geldiler. 1999, 2001 ve 2003 de Pan-Ermeni olimpiyatları düzenlendi. Batı diasporalarından Ermenistan’daki akrabalara ekonomik yardımların miktarının yılda 1 milyar dolara yaklaştığı söylendi. Sonuç olarak diaspora Ermenileri için artık gidebilecekleri bir anavatanları daha vardı. Bu da Hayastan’a (tarihi Ermenistan’a) bir daha gidemeyecek olmanın acısını her geçen gün biraz daha azalttı.

Nitekim bu gün anavatan özlemi mahalle isimlerinde, türkülerde, yemeklerde kendini gösteriyor. Suriye Ermenileri Ermenistan’da değil, Halep’te bir mahalle kurmayı yeğliyorlar. Lübnan’daki Anjar ve Burc El Hammud’da mahallelerin isimleri Maraş, Adana, Antep, Dörtyol, Urfa, Haçin. Bazı Ermeniler televizyonlarda Türk kanallarını izliyorlar. Bazı Ermeni gençler bir dünyadan bir de Türkiye’den futbol takımı tutuyorlar. Bazı evlerde Türk yemekleri yenirken dükkânlarda Türkiye’den gelen mallar satılıyor. Bazıları kızlarına Türkçe isimler koyuyorlar, Kapadokya’yı ziyarete geliyorlar, Türkçe öğrenmek istiyorlar, Türk takımlarını tutuyorlar.

Buenos Aries’in Ermeni mahallesinde yaşayan Gabrieller de hâlâ Türkçe konuşuyor, Kayseri pastırması yiyor, Arap mahallesinde yaşayan Lübnan Ermenisi satıcıdan aldıkları Lübnan rakısının yanına Türk cacığı koyuyor ve Ararat filmini izledikten sonra boğazlarında düğümlenen sözleri söylemekten hâlâ kaçınıyorlar. Özetle bu uzak kıtada, acılarını derinlere gömmüş, ancak hep vatan hasretiyle yanan insanlar yaşıyor. Rusya’da kadim ilgisizlik sürüyor. Etiyopya’da veya Hindistan’da artık ayrı bir Ermeni kimliğinden bile söz etmenin imkansız olduğu bir asimilasyon-entegrasyon süreci yaşanıyor.

ABD, Kanada ve Avrupa gibi gelişmiş ülkelerdeki Ermeniler ise, işin folklorik boyutuyla ilgili değiller. Onlar Türk tarafı ile tarihi hesaplaşmanın teorik ve maddi taşıyıcıları. Çünkü bu kesimler, hem eğitimli, hem varlıklı. İçinde yaşadıkları ülkelerin iç siyasetinde, ekonomisinde, kültüründe etkinler. Ancak, hem ateşli politikaları ile Türkiye’yi yıpratan hem de milyonlarca dolarlık yardımlarla Ermenistan Cumhuriyeti’ni ayakta tutan bu diasporada da Ermeni kimliğinin erimesi süreci yaşanıyor. Sabırsızlığı ve radikalleşmeyi yaratan bir neden de bu.  


Soykırım tartışmaları


Sözünü ettiğimiz uzun göç tarihinin bütün diaspora üzerinde değişik derecelerde de olsa ‘kurban’ psikolojisini güçlendirdiğini tahmin etmek zor değil. Bilindiği gibi ‘kurban’ grupları dünyayı iyi ve düzenli bir yer olmaktan ziyade, güvensizlik, korku ve tehlike ile dolu bir yer olarak algılarlar. Bugün, dünyanın dört bir yanına dağılmış küçücük nüfusları yüzünden Ermenilerin büyük bir bölümü için, soykırım (genocide) terimi, 1915Tehciri’nin korkunç sonuçlarını tanımlayan hukuksal bir terim olmaktan öte, yaklaşık 95 yıldır sistematik olarak Ermeni halkına, cemaatine, devletine, diasporasına, tarihine, kültürüne, servetine yaptığımız kötü muamelelerin hepsini tanımlayan şemsiye kavram oldu. Ve biz yanlışlara devam ettikçe bu kavramsallaştırma hem Ermeni toplumunda hem dünya kamuoyunda kabul gördü. Çünkü insanlar bugün bile Ermenilere kötü muamele etmekten kaçınmayanların, o karanlık çağlarda kim bilir neler yaptığını düşündüler.

Yine de bu konuda bile tek bir bakış açısı yok. En azından iki temel tavır var. Sayıları az olan ancak milliyetçi gelenekten gelen Taşnaksütyun mensuplarının başını çektiği savaşkan kesim, soykırımla ilgili olarak özrü yeterli görmüyor, toprak ve tazminat talebi hakkını saklı tutmak istiyor. Yeri gelmişken, bugün en radikal tepkileri veren kesimlerin, tehcirin acısını doğrudan yaşamamış üçüncü kuşaklar olması bazılarına garip ya da art niyetli geliyor. Halbuki bu durum diaspora sosyolojisi açısından gayet normal. Çünkü diaspora toplumlarında genel olarak ilk kuşak, göçe neden olan acı olayın hesabını soramayacak kadar zayıf ve hırpalanmıştır. İkinci kuşak kendini hala göçmen hisseder. Ancak üçüncü kuşaktan sonra üyeler kendilerini yeni vatandaşlar olarak güvende hissedebilirler ve tarihleriyle ilgilenmeye cesaret ederler. İlk kuşakların acı hatıraların yanı sıra olumlu bazı hatıralara da sahip olması onları yumuşatırken, üçüncü kuşaklar için geçmiş sadece siyah ve beyaz renklerden oluşur. Bu yüzden de, daha soğuk ve katıdırlar. Ancak bu durum bile statik değildir.  


Ahlaki yaklaşım


Sessiz oldukları için büyüklüğünü ve etkinliğini kestiremediğimiz diğer kesim ise yeni bir kimliğe doğru gitmek için tarihsel hafızayı bastırmaya ve eski cemaat kültüründen uzaklaşmaya eğilimli olanlar. Örneğin üçüncü kuşaktan ABD’li yazar Carol Edgarian, Rise the Euphrates adlı romanında şöyle diyor: ‘Sizler çocuklarınıza tüm acılarınızı geçirdiniz. Ben acılarımı çocuklarıma geçirmek istemiyorum. Çocuklarımın tarihimizin yaralarına ev sahipliği yapmasını istemiyorum.’ Bu kesimler için Türkiye’nin içten bir özür dilemesi, Ermeni kültürel mirasının korumaya alınması, Ermenistan’a dostça davranılması gibi sembolik adımlar bile, kırılan ulusal onuru onarmaya yeterli olacak. Özellikle ABD’deki elit Ermeniler arasında soykırım teriminin güncel ve tarihsel anlamları arasında nasıl bir denge kurulacağı meselesi sıklıkla tartışılıyor. Bu kesimlerin esas amacı, Türklerin onurunu kırmak değil, soykırımın kabul edilmesiyle ahlaki bir dönemecin alınması ve daha iyi bir dünyaya doğru adım atmak. Elbette, milliyetçi ideolojilerden veya çıkar gruplarından güç alarak, işi çözümsüzlüğe götüren kesimler var ama bunlar Ermeni diasporasının ana damarı değil.

Sonuç olarak, diasporayı görmezlikten gelmek ya da ona düşmanca davranmak öncelikle ahlaki ve insani değil. Çünkü diasporayı oluşturan insanlar bizim atalarımızın yanlış politikaları sonucu dünyanın dört bir yanına savrulmuş Anadolu’muzun çocukları, bizim insanlarımız.

İşe sadece faydacı açıdan yaklaşanlara da hatırlatmak gerekir ki, böylesi uzun ve karmaşık tarihçeye sahip bir çatışmayı, en geniş tabanlı, en güçlü, en dinamik tarafını dışarıda bırakarak çözemezsiniz. Ermeni Meselesi, her geçen gün çapsızlığı, yeteneksizliği kanıtlanan ulus-devlet paradigması içinde (örneğin Türkiye ile Ermenistan arasında) değil, küresel dünya paradigması içinde ele alınmak zorunda. Bugün gerek Türkiye’deki Ermeni cemaatinde, gerek Ermenistan’da, gerekse Ermeni diasporasında, bu tarihsel çatışmanın çözümüne katkıda bulunmayı isteyen sağduyulu kesimler var. Yeter ki, bu insanlara ön yargısız bakmayı öğrenelim, yeter ki onları anlamaya niyet edelim, yeter ki iletişim için doğru dili ve doğru yöntemi bulabilelim, arkası gelecektir. Ancak böyle yaparak sadece yerel bir iyilik halinin değil, aynı zamanda küresel bir iyilik halinin yaratılmasına katkıda bulunabiliriz.

Özet Kaynakça:
W. Safran, “Diasporas in Modern Societies: Myths of Homeland and Return”, Diaspora, . (1991), 1, No.1: 83-99; K. Tölölyan, “Elites and Institutions in the Armenian Transnation Diaspora”,A Journal of Transnational Studies, Vol. 9, No. 1 (Spring 2000), s. 107-136; S. P. Pattie, Faith in history: Armenians rebuilding community, Smithsonian Institution Press, Washington/London, 1987; G. Sheffer, “A New Field of Study: Modern Diasporas in International Politics”, Modern Diasporas in International Politics’in içinde, London: Croom Helm, 1986, s. 1–5.

TARAF