Devrimci / Demokratik Şiddet

SERDAR BÜLENT YILMAZ

PKK ilk silahlı eylemini, Kürtlerin varlığını bile reddeden ırkçı darbe siyasetinin hüküm sürdüğü bir ortamda, 15 Ağustos 1984 tarihinde Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla gerçekleştirdi. Bu eylemlerle şiddet temelli bir mücadeleyi tercih ettiğini gösteren örgüt, 15 Ağustos’u “ilk kurşun günü” ve “diriliş bayramı” olarak ilan etti.

Kemalizm, bir halkı tamamen kendisine yabancılaştırarak ideolojik temelde bir ulus inşa etmenin tek yolunun şiddet ve baskı olduğunu göstermişti. PKK da, Kemalizmden öğrendiği bu pratiği sosyalizmin devrimci şiddet teorisiyle mezcederek bir referansa kavuşturdu.

15 Ağustos’un yıldönümlerinde silahlı eylemlerle yaptığı “kutlamalar”la ise şiddeti bir kültüre dönüştürdü.

PKK’nın ideolojik akrabası olan laik Kemalist Türk ulusçuluğu tarafından izlenen uluslaştırma yolu, örgüt tarafından aynı ilkellikte takip edildi. Örgütün uzun erimli amacı, kendisinin belirlediği normlarla şekillenmiş ideolojik temelli bir seküler Kürt ulusu inşa etmek olduğu için de şiddeti en vazgeçilmez araç olarak kullandı ve kendisine inandırdığı kitleyi de şiddete yönlendirdi, yönlendiriyor. Korku ve sindirme ile alan açıyor ve halk içinden gelecek bütün itirazları bertaraf etmiş oluyor.

Stratejik bir tercih

Çoğunlukla insanlar örgütlerin şiddetini mantıksız bulur. PKK şiddeti için de durum aynı. Halkı korkutan, bezdiren, devletin öfkesine maruz bırakan bir şiddeti örgütler neden uygular ki? Örgütün şiddetinin bir mantığı var mı, yoksa tamamen mantıksız bir kör şiddete mi teslim olmuş durumda? PKK için şiddet stratejik/metodik bir tercih. Yani zulümden kurtulmak için değil, daha ötede ideolojik hedeflerini gerçekleştirmek için şiddeti araçsallaştırıyor. Geride kalan 40 yıllık süreç gösteriyor ki şiddet örgüt için başarılı araç olmuş.

Örgüt, kendi şiddetinin, bir reaksiyon olarak devlet şiddetini doğuracağını biliyor. Yanı sıra devlette milliyetçi reflekslerin harekete geçeceğini, devlet şiddetinin yaygınlaşıp halka döneceğini biliyor. Örgüt, devletin şiddet aygıtlarını harekete geçirip halka yönlendirmeyi bir stratejiye dönüştürdü. Öyle ki devlet şiddetini tahrik ederek şiddetin dozunu artırdı. Bunu, Kürtleri kazanma ve konsolidasyon yöntemi olarak taktik strateji haline getirdi.

Örgütün tahrik ettiği devlet terörü, kitlede şiddetli bir korku havası yarattı. Korku, kitleyi daha kötü olandan, kötü olana sığınmaya iter. Sığınılanın kimliğine ideolojisine bakılmaz. Bu psikolojik durum, en fazla, halkına yabancı ideolojileri savunan örgütlerin faydalandığı bir şeydir.

Tahrik edilen devletin ilk başvurduğu şeylerden birisi yasaklardır. Devletin yasaklamaları, hayatın doğal akışına müdahale ettikçe yasaklara karşı kitle oluşmaya başlar. Yasağın, bir emir kadar mutlak olduğunu ve yasak dile getirilir getirilmez kitlenin de oluşmaya başladığını söyleyen Elias Canetti hiç de haksız sayılmaz.

PKK da devleti güvenlik politikalarına ittikçe halkın özgürlük alanları daralmaya, insan hakları ihlalleri oluşmaya ve devlete karşı öfke büyümeye başladı. Bu öfkenin akacağı adres zaten 15 Ağustos’ta ilan edilmişti.

Ancak şunu da eklemek gerekir ki metodik şiddet, ancak 90’lar Türkiye’si gibi hukuka bağlı kalmayan devletlere karşı başarılı olabilir. Hukuka sıkı sıkıya bağlı adil bir devlette bu metodun tutması mümkün değildir. Hukuk devletinde üretilen şiddet ters teper ve halkı devlete yakınlaştırır.

İlk kurşun sembolizmi

Kemalist ulusçu sistemden devşirilen birçok argümandan biri olan “ilk kurşun” sembolizmi, şiddeti kutsamakla kalmıyor onu sosyalleştiriyor da. Henüz ilkokul çağındaki çocuklar yüzleri maskeli, ellerinde taşlarla yol kesip araç yakıyorsa bu vahim noktaya kolay gelinmediğini görmek gerekiyor. Bunda devlet şiddeti ne kadar etkili olduysa, örgütün bunu bir yönteme dönüştürüp sosyalleştirmesi bundan daha fazla etkili oldu.

Şiddet artık Kürtlerin belli bir kesiminde, devletten intikam almanın, zorbalığı defetmenin bir aracı olarak kabul görmeye başlamakla kalmadı, bunun da ötesine geçerek özgürlüğe ulaştıracak uygun ve stratejik bir araç olarak kabul edilmeye başlandı.

Devlet şiddetine karşı başlatılan örgüt şiddeti, zamanla bölgede oraya çıkan kör şiddeti sıradanlaştırdı. En basit konularda bile halkın itirazlarının molotoflu, taşlı, yol kesmeli, araç yakmalı eylemlere dönüşmesinin ilk tohumları bu şekilde atılmış oldu.

Sadece devlete yönelmekle kalmadı, bölge insanını da esir aldı.

Devletin yıllarca kendilerine reva gördüğü zulmü, baskıyı, şiddeti, tekçiliği, yaşamına kastetmeyi bugün örgüt kitleleri “öteki” Kürtler için uyguluyor. Yasin Börü cinayetinde olduğu gibi bütün insani değerlerden sıyrılarak bu tür vahşilikleri “özgürlük, barış ve demokrasi” mücadelesi için hoş hatta gerekli görebiliyor. Bölgede, makul Kürtler dışındaki ötekilere karşı ayrımcılık, günlük hayatın bir parçası haline gelmiş durumda. Belediyeler kendilerinden olmayanların işlerine zorluk çıkarıp, haklarını gasp edebiliyor. Mesela, örgüte yakın bir doktor, yaralı ötekiyi tedavi etmek yerine ölüme terk etmeyi demokratik mücadelenin bir gereği olarak kabul edebiliyor. 6-8 Ekim olaylarında olduğu gibi ellerinde silahlarla insan avına çıkmak, dükkânları yakmak, mağazaları yağmalamak özgürlük mücadelesine katkı olarak görülebiliyor.

HDP, PKK’nın işlediği cinayetleri kınarken bile zımnen iyi şiddet - kötü şiddet ayrımı yapıyor. Böylece örgütün yaptığı binlerce şiddet ve terör nitelikli eylemden seçtiği bir iki tanesini kınayarak diğerlerini makul ve haklı göstermiş oluyor.

Meşruiyet krizi

PKK/HDP’nin şiddet yaklaşımı sosyalist köklerinden geliyor. Sol gelenekte şiddetin devrimci(ve tabi demokratik) ve gerici (ve faşist) şeklindeki ayrımı malumdur. Solun kutsadığı ve neredeyse tamamen tartışma dışı bıraktığı ezilen ulusun (veya sınıfın) haklı şiddeti, örgütün de şiddetinin temel referansını oluşturuyor. O nedenle örgüt

kendi kadroları içinde metodik şiddetin tartışılmasına asla müsamaha göstermiyor. Bunu devrimci mücadeleyi zayıflatmak olarak görüyor. Şiddeti sorgulamak dağ kadrolarında ölümle cezalandırılıyor.

Örgüt, belli bir kitleselleşmeye ulaştıktan sonra yeni bir örgütsel hamle olarak “özsavunma” konsepti üzerinden, halkı silahlı şiddetin doğal bir parçası kılmaya çalışıyor. Eski devlette bu yöntemler sonuç veriyordu çünkü devlet buna uygundu. 2000 sonrasında ise devlet değişti ama devletteki yapısal/paradigmal değişimler yapılıncaya kadar örgüt hayli yol almış ve yeterince kitleleşme imkanı yakalamıştı.

Bu kitleselleşmeye rağmen

şiddet yöntemi artık işe yararlılığını yitirmiş görünüyor. Çünkü şiddeti haklı kılacak, halka yönelen bir karşı devlet şiddeti şu anda yok. Devlet 90’lardaki gibi özgürlükleri yasaklama yoluna da gitmiyor. 

Bu nedenle dünün şartlarında belli bir mantığı olan PKK şiddeti, bugün artık kör bir şiddete dönüşmüş durumda. Örgüt tam da bu noktada bir meşruiyet krizi ile karşı karşıya geldi. Bu da örgütün şiddet temelli hamlelerini boşa karşılıksız bırakıyor. Bundan dolayı örgütü var eden şiddet, şimdi hızla örgütün sonunu hazırlıyor. Ama bunun için devletin, PKK’nın bu bilindik nasıra basma tuzağına düşmemesi gerekiyor.

Peki devlet bu tuzak karşısında yeterince dikkatli mi? Buna kesin bir şekilde evet demek mümkün görünmüyor. Elbette 90’larla kıyaslanacak bir ortam söz konusu değil. Ancak örgüt 90’lardan farklı olarak çatışmaları şehirlere taşıyarak farklı ve kendisi açısından riskli bir hamle yaptı. Riskli bir hamle çünkü geçmişte dağlarda sınırlı kalan çatışmaların topluma doğrudan bir maliyeti olmuyordu. Oysa şehir çatışmalarında çatışma bölgelerindeki halk başta olmak üzere bütün bir toplum bundan olumsuz etkileniyor. Bu ağır faturanın sorumlusu olarak da örgüt görülüyor.

Fakat örgüt için bu riskten fazlası devlet için söz konusu. Çünkü şehir savaşında insani kriz dağlarla kıyaslanmayacak kadar derin oluyor. Sivil kayıplar ciddi boyutlara ulaşabiliyor. Çatışmalar meskun mahallerde gerçekeştiği için doğrudan ve dolaylı mağdurlar yüz binlerle ifade edilebiliyor. Halk bu mağduriyetle her gün yüz yüze kalmış olduğundan psikolojik maliyeti de yüksek oluyor.

Hükümet nasıra basma tuzağına düşüp düşmediğine tekrar dönelim. Sokağa çıkma yasakları sivil kayıpların en aza indirme konusunda en etkili fakat bir o kadar da faturası ağır olan yöntem. Yasağın süresi uzadıkça çatışma alanlarında yaşayanlar temel gereksinimlerin neredeyse tümünden mahrum kalıyor. Hükümetin bütün talimatlarına rağmen güvenlik bürokrasisindeki milliyetçi refleksler ve yer yer intikam hırsıyla hareket edilmesi hak ihlallerinin çoğalmasına neden oluyor. Sivil kayıplar konusunda güvenlik birimleri, Ankara’nın uyarıları konusunda yeterince hassas davranmıyor. Göç etmek zorunda kalanlara verilen yardımlar mağduriyetleri gidermeye yetmiyor.

Bu bağlamda örgütün insani krizi derinleştirme taktiği tamamen olmasa da belli bir oranda hedefine ulaşıyor. Bölgedeki Kürtlerin hendek siyasetine destek vermeyişi, hükümet çevrelerinde ‘örgüte sırt dönmek’ olarak yorumlanmamalı. Bu yorumdan hareketle de halkın ortaya çıkan ağır faturayı tek başına örgüte keseceği varsayılıyor. Oysa Kürtlerin hendek siyasetine destek vermeyişinin temel nedeni siyasi olmaktan öte olası çatışmaların maliyetine katlanmak istememesidir. Bölge halkı, mağduriyetlerin sorumlusu olarak çatışmaları kentlere taşıyan örgütü görse de kusuru tek başına örgüte yüklemiyor, bilakis paylaştırıyor.

Hükümet şayet örgütün tuzağına düşmek istemiyorsa güvenlik-özgürlük dengesine azami düzeyde dikkat etmek zorundadır. Tam da bu zamanda özgürlüklerin alanı genişletilmeli, Kürt sorununda tamamlanmamış reformlar tamamlanmalıdır. Yapılabilecekler hemen yapılmalı, anayasal değişiklik gibi sürece bırakılması zorunlu olan konularda ise bir irade beyanı ortaya konmalıdır.

Yanı sıra sivil kayıplar ve insan hakları konusunda hassasiyet en üst düzeye çıkarılmalıdır. Terörle mücadeleyi zaafa uğratmama ve güvenlik personelinin moralini yüksek tutma adına, çatışmalarda hukuka aykırı davranan personelin kollanması son derece vahim sonuçlar doğuraabilir. Özellikle çatışmalara gönderilen personelin öncelikle gönüllülerden seçilmesi bu konuda ciddi bir handikapa neden olabilir. Çatışmalar farklı şehirlere, ilçelere sıçradıkça mağduriyet de o ölçüde kitleselleşecektir. Eğer dikkat edilmezse örgütün devleti çekmek istediği tuzağa düşmesi işten bile değildir.

STAR AÇIK GÖRÜŞ