Devrilen her diktatörlüğün yerinde, bir İslâmî rejim doğuyor!

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

secakirgil@yahoo.com

Geçtiğimiz hafta, Amerikan emperyalizminin amiral gemisi konumundaki New York Times gazetesinde yer alan bir yorumda yer alan bir cümleyi, bu makalenin  başlığında manşete çekmemizin sebebi, bir mâlûmu ilâm, bilinenin tekrar bildirilmesi gibi bir abesle iştigal değil..

Bunun böyle olduğunu biz de biliyoruz ve bu gerçek, özellikle son 1,5 yıl boyunca arab beldelerinde meydana gelen büyük sosyal çalkantılar sonunda zâten görüldü.. Tunus'da, Mısır'da, Libya ve Yemen'de 25 ilâ 40 küsur yıl arasında değişen sürelerde halkın iradesi olmaksızın saltanat süren rejimler, birer halk patlaması ile arka arkaya devrildiler.. Gerçi, müslüman düşünce adamlarından bazıları, 'bu devrilişler niye daha önce olmadı da, şimdi birer birer devrildiler?' diyerek, bu gelişmelerin arkasında, mutlaka emperyalizmin bir parmağının olabileceğini ileri sürmeye devam ediyorlar..

Bu açıdan bakılırsa, bu görüşler tamamen yanlış değildir de denilebilir..

Çünkü, bu 'halk patlaması hareketleri'nin, gerçekten de, çok belirli proğramları olan İslamî hareketlerin inisiyatifinde geliştiği söylenemez..

Ama, bu diktatörlük rejimleri, kendilerine alternatif oluşturacak İslamî veya başka muhalefet odakları mı bırakmışlardı, Allah aşkına?

Düşünelim ki, Libya'da 42 yıl diktatörlük eden Muammer el'Gaddafî,  7 milyon kadar az bir nüfusa rağmen,  Türkiye'nin iki mislinden daha büyük bir coğrafî alana sahib olan ülkesinde, her şeyi sadece kendi  'Yeşil Kitab'ındaki ideolojik çerçeveye göre şekillendirtmişti..  Onun tasavvur ve iradesine aykırı bir düşünce veya hareket geliştirmek mümkün değildi..

Mısır'da da, sadece Husnî Mubarek'in 30 yıllık tahakkümünde değil, öncesindeki ilk 30 yıllık Cemal Abdunnasır ve Enver Sedat döneminde de aynı çizgi hâkim olduğundan, 60 yıllık bir süre boyunca, halkın büyük ekseriyetini oluşturan müslüman halkın ve de onların içinden etkili bir hareket olarak yükselen 'İkhwan-ul' Muslimîn (Müslüman Kardeşler) Hareketi'nin resmî siyasete aykırı bir görüş belirtmesi, siyasî, ideolojik ve  itiqadî bir tavır geliştirmesi kesinlikle yasaktı..

Düşünelim ki, 1952- Hür Subaylar Hareketi'nin gerçekleştirdiği ve krallık rejimini ve Kral Fârûq'u al-aşağı ettiği devrimin ilk anlarında hattâ İkhwan'a mensub gibi gösterilmeye çalışılan Nâsır,  1054 yılında, ünlü İslam hukukçusu Abdulqadir Ûdeh'i, başkanlığını Enver Sedat'ın yaptığı bir mahkemede idâma mahkûm ettiriyor ve onun idâmından 12 yıl sonra da Seyyid Qutb (Kutub)'u da aynı âkıbet bekliyordu..

Gerisini tasavvur edebiliriz.. Sadece, Sedat'ın (merhûm) teğmen Khâlid İslambulî tarafından öldürülmesinden sonra onun yerini alan Husnî Mubarek, İkhwan'a biraz mülâyemetle davrandı ve  siyasî çalışmalara asla, ama, sosyal yardımlaşma alanında çalışmalar yapabilmelerine izin verdi..

Tûnus'da 1956'da siyasî istiklal kazanıldıktan sonra liderliğe geçen ve en katı arab kemalistlerinden birisi olan Habîb Burgiba  ve onu 1987'de, ‘bunadığı’  gerekçesiyle   kenara itip, yerine geçen (Burgiba'nın İçişleri Bakanı) General Zeynelâbidîn bin Ali dönemlerini içine alan 55 yıllık süre boyunca da, müslümanlara göz açtırılmamıştı..

Yemen'de 34 yıldır iktidarı elinde bulunduran Ali Abdullah Salih de, halkın yıllarca süren direnişlerinden sonra, devrilip gitti..

Bahreyn'deki saltanat yönetimi ise, onca halk itirazlarına ve -yüzde 70’lik mezhebî ekseriyetine karşı, yüzde 30’luk bir mezhebî azlık adına tahakkümünü; Amerikan emperyalizminin teşvik ve izniyle harekete geçtiği bilinen Suûd rejiminin askerleri eliyle yüzlerce müslümanın öldürülmesinden sonra, varlığını sürdürüyor..

Sûdan'da, halkın reyiyle iktidara gelen Sâdıq el'Mehdî hükûmetini 1989 yılında,

 'ülke bölünüyor..' diyerek askerî bir darbeyle deviren General Ömer el'Beşîr rejimi ise, ülkenin bölünmesini önleyemediği halde, 23 yıllık tahakkümünü hâlâ da  sürdürüyor; ama, İslamî motifleri kullanarak..

1992 yılı başında, müslüman halkın yüzde 85 oy ile seçtiği Abbas Medenî liderliğindeki İslamî Selâmet Cebhesi'ni kanlı bir şekilde bastıran ve onbinlerce insanı öldüren laik generallerin ve onları destekleyen emperyalist dünyanın korkunç kanlı entrikalarının sosyal şokunu hâlâ da atlatamayan Cezayir'de ise, henüz yaralar sarılabilmiş değil ve halk sessiz bir bekleyiş içinde..

Fas'da ise, Kral 5. Muhammed  daha akıllıca davranıp, krallığının yerinde kalması, şartiyle,  halkın iradesine göre bir yönetim oluşturmak için bir takım değişiklikleri acele uygulamaya soktu ve 6 ay kadar önce yapılan seçimlerde (Türkiye'dekinden mülhem olduğunu gizlemeyen) Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldi..

Yani, görülüyor ki, müslüman halklar, her ne kadar çok örgütlü siyasî çalışmalar yapamamış veya böyle bir fırsatı ele geçirememiş olsalar bile, iradelerini, ülkelerinin inançlarına göre yönetilmesi yönünde ortaya koyuyorlar..

*

Tûnus’da 25 sene öncelerin etkili hareketi olup bitirildi sanılan ‘al-Nahda / en’Nıhzeh) isimli ve Râşid el’Gannuşî liderliğindeki İslamî eğilimli hareket olan bu derin sosyal çalkantılar içinden müslüman halkın yeniden ümidi olarak çıktı..

Mısır’da halkın yüzde 73’ü geleceğin Mısır’ını kurma için, yapılan seçimlerde rey ve iradesini İslamî eğilimli hareketleri desteklemek şeklinde kullandı..

Yemen’de 34 yıllık bir diktatörlükten sonra, müslüman halk, meydana sürülmeye çalışılan yığınla gruplara fazla itibar etmeyip, rey ve iradesini  Islah Partisi etrafında toplanan İslamî eğilimli cenah yönünde kullanmaktadır..

*

Libya’da henüz durum sakinleşmiş değilse de, 42 yıllık bir diktatörlüğün tortusu ve de emperyalistlerin etkileri bertaraf edilebilirse, inşaallah, orada da müslüman halkın tercihini, yine İslamî eğilimli kadroları desteklemek şeklinde kullanacağı açıktır..

New York Times’in  sahifelerinden bütün emperyalist- şeytanî odaklar adına yükselen  ‘Devrilen her diktatörlüğün yerinde İslamcı rejimler doğuyor!’ şeklindeki dehşet ve yeis ifadesi ve korkuları yersiz midir?

*

Bu daha önce de böyle olmamış mıydı?

İran'da da, 1922 yılında, Qacar Khanedânı'nın çöküşü esnasında, bir oldu-bitti'yle,  ingilizlerin eliyle iktidara oturtulan Rızâ Khan ve o, 2. Dünya Savaşının ilk yıllarında  biraz Hitler tarafını tutunca, 1942yılında makamından kovulup yerine geçirilen oğlu Muhammed Rıza Pehlevî'nin 57 yıllık saltanatı boyunca, müslüman halk, bu saltanat rejiminden memnun değildi, ama, Şahlık rejimine karşı on yıllar boyu süren silahlı mücadeleyi komünist gruplar verdiğinden müslümanların varlığı pek hissedilmiyordu.

Ama, 1953'de İran’dan ingilizlerin kovulup Petrolün Millileştirilmesi hareketi sırasında, Şah'ı ülkeden 45 günlüğüne de olsa kaçmaya zorlayan Başbakan Muhammed Musaddıq'a destek veren, dönemin büyük İslam ulemâsından Âyetullah Kâşânî, daha sonra, bizzat Musaddıq tarafından dışlandığında, müslümanlar siyasetin tamamen dışında kalmışlardı..

1964 yılı Haziranı'nda Rûhullah Khomeynî isimli bir âyetullah tarafından yönlendirilen 5 Haziran (Panzdeh Khordad) Qıyamı da kanlı bir şekilde bastırılmış ve 15 binden fazla insan öldürüldükten sonra, Âyetullah Khomeynî de önce Bursa'ya ve sonra Necef'e sürgüne gönderilerek bu gaile atlatılmıştı..

Ve artık, CIA raporlarında bile yer aldığına göre, Şah ve avânesi, Amerika'lılara, 'artık İslamî bir tehlike ve hareket imkânsız..'  diye garanti veriyorlardı..

Ama, 1977 yazında, sosyal hayat, derin muhalefet hareketleri ve gösterileriyle yeniden çalkandığında, Şah, binler-onbinler halinde öldürmek pahasına da olsa, saltanatını kurtarmaya çalışırken; halk kitleleri, o hareketleri yönlendirmeye çalışanların genelde yine de komünistler ve diğer laik cenahlar olduğunu görüp tedirgin iken; sürgünde yaşayan Âyetullah Khomeynî'nin talebeleri ve takibçileri de devreye girip inisiyatifi ele geçirince, halk kitleleri itminan içinde, Şah'ın ölüm kusan korkunç ordusuna ve düzenine karşı  'Allah'u Ekber'  feryadlarıyla müthiş bir direniş sergilediler ve 100 bini geçen insan kaybı sonunda Şah kaçmak zorunda kaldı İran'dan ve ortaya bir İslam Cumhuriyeti rejimi çıktı.. (O hareketler içinde yer alan ve hattâ can veren herkesin İslamî bir hedefinin olduğu düşünülemezdi, elbette.. Her grup ve kesimden insanlar vardı..)

*

Irak'da, 1958'de krallık rejiminin General Abdulkerîm Qaasım eliyle kanlı bir şekilde devrilmesinden ve General Qaasım'ın da Şubat-1963'de bir askerî darbede öldürülmesi ve devamı yıllarda süren kargaşa, nihayet, 1968'de (Saddam'ın dayısı) General Hasan el'Bekr'in yaptığı bir askerî darbeyle, (diriliş, rönesans mânasına gelen) 'Baas'  ideolojisini ve partisini iktidara getiriyor ve Saddam da bu yeni rejimin ilk on yılında ‘İkinci’, sonraki 25 yılında da ‘Tek Adam’  oluyordu..

Saddam'ın  35 yıllık kanlı bir uygulama geçmişine sahib bu kanlı diktatörlüğü ve Irak Baas rejimi de -velev ki, Amerikan müdahalesiyle olsa bile- devrilince..

 

Amerikan emperyalizmi, Irak halkınının kabul edebileceği  yerli kadrolardan yeni bir hükûmet oluşturmakta başarılı olamayınca, halkın İslamî taleblerine daha fazla değer verdiğini gördüğü ve Saddam rejimine karşı geçmişte, uzun yıllar mücadeleleriyle  bilinen İbrahim Caferî ve Nurî el'Malikî gibi  isimlere hükûmet kurdurtmak zorunda kaldı..  Bugün karşılaşılan birçok sıkıntılara rağmen, Irak'da da halkın büyük ekseriyetinin İslam'a göre bir yönetim istediği ortada..

*

Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, emperyalistlerin, şeytanî güçlerin bir hesabı varsa, Allah'ın da bir hesabı vardı.. Ve O, hesabında asla yanılmayandır.. 

*

Şimdi ilginç olan şu ki NTY’nin makalesinde işlenen konuyu, Tahran’da yayınlanan Keyhan gazetesi geçen hafta, 10 Nisan Salı günü kocaman puntolarla ve 'Devrilen her diktatörün yerinde, bir İslamî nizam doğuyor..' şeklinde manşetten verdi..

Çok güzeeeel..

 

Sözkonusu gazetenin, manşete çektiği haberin kupürü işte böyle..

*

Ama, bu haberi ve İİC 'nin Suriye Buhranı konusunda takib ettiği siyasetin bu Amerikan dergisindeki değerlendirmeye göre, nasıl yorumlanması gerektiğini de, herkes kendi vicdanında yapsın..

Yoksa, Suriye'de diktatörlük devrilince, orada müslümanların kendi inançlarına göre bir İslamî nizam oluşturmak yoluna girmeyeceklerine dair, ellerinde kesin bilgi ve deliller mi vardır?!

Bakalım, yarım asırdır bir kanlı Baasçı diktatörlüğün pençesinde inleyen bir müslüman halkın o durumda kalmasına ve kobay olarak kullanılmasına, hangi maslahat veya gerekçeler adına gözyumulduğunun izahı ortaya çıkacak mı?

Bütün arab diyarlarındaki halk hareketlerini inqılabçı halk hareketleri olarak selamlayanlar, sıra, Suriye'ye gelince,  böyle bir siyaset izlemekle, o diktatörlük rejimine taze kan pompalamış ve o halkı da kobay gibi kullanmak durumuna düşmüş olmuyorlar mı?

Ve daha yığınla sorular ki, herbirisi, elem verici..

Halbuki, halk hareketlerinin gerçekleştiği diğer arab ülkelerinde olduğu gibi, Suriye'nin müslüman halkı da, başlarındaki diktatörlük rejimini yıkabilirlerse, Allah'ın izniyle, İslamî bir nizam oluşturmak yolunda adım atacaktır..

Evet, başkalarına yanlışlarından dönmeleri için tavsiyelerde bulunanlar, bir de kendi yanlışlarından dönmeleri gerektiğini düşünemezler mi?