Devletten Apo’ya Mektuplar Yazı Dizisi

Taraf gazetesinden Yıldıray Oğur 4 gün süren “Devletten Apo’ya Mektuplar” başlıklı bir yazı dizisi gerçekleştirdi. Yazı dizisinin tümünü yayınlıyoruz.

Devletten Apo'ya mektuplar / YILDIRAY OĞUR

-I-

18 Ağustos 1998 tarihli mektubun ana gövdesini, Devlet-PKK görüşmelerinde arabuluculuk yapan ve Kürt siyasetini iyi bilen isimler oluşturdu.

Pulsuz mektuplar...

6 Temmuz 2010 günkü Manifestom'da çıkan ve her şeyi başlatan yazıyı, yine bir şeyler yetiştirme telaşıyla, herhangi bir yerden (Pensilvanya ya da Washington) işaret almadan, kimseyle konuşmadan, sadece gazete arşivlerine girerek, artık inceliklerine vakıf olduğum YouTube ve Google'da derinlemesine taramalar yaparak yani tamamı herkese açık olan internetteki kaynakları kullanarak yazdım.

Masa başında, rahat sandalyemden kalkmayarak yazdığım şey kenarda köşede pek çok kez yazılmış ama yine de yeni olan ülkenin en büyük haberlerinden biriydi: Devlet 1996-1999 yılları arasında üç yıl boyunca PKK ile görüşmüştü.

Serinin ikinci yazısını yazdığımda ilk yazıdan sonra okuduğum onlarca mail ve sürecin bizzat içinde olmuş kişilerden gelen telefonlarla artık daha fazla ayrıntı biliyordum. O iki yazı benim için sadece arşivlerden kotarılmış bir atlatma haberdi ama benden habersiz başka dinamikleri harekete geçirdi .

O günden beri geçen bu dört ay içinde hiç bilmediğim bir Türkiye'yi keşfettim. Hemen hemen tüm siyasi akımlar, sağdan sola, 28 Şubatçısından İslamcısına tüm iktidarlar, yönetimler, bu sorunla bu ülkenin birlikte yaşayamayacağının farkında olan herkesin adı PKK ile temaslarda geçiyordu. Bu yazı dizisinde okuyacaklarınızla hep resmî ve katı yüzünü gördüğümüz devleti çıplak olmasa da pek de görmeye alışık olmadığımız spor kıyafetler içinde göreceksiniz. Ama en çok sizi dünyanın ve Türkiye'nin değiştiğini gören ve kendini bu dünyaya ve Türkiye'ye adapte etmeye çalışan, Kürt sorununu verilen mücadeleye de saygısızlık etmeden çözmek istediğine ikna olduğunuz bir Abdullah Öcalan'la tanışmak şaşırtacak.

Kısa yazı dizisinde devlet-PKK temaslarıyla ilgili bugüne kadar kenarda köşede çıkmış, söylenmiş, benim de yazdığım ama yine de dolaşıma girmemiş malzeme, tarihî bir arkaplan olarak yer alacak. Ama esas üzerinde durulacak olan 1995'ten 1999'a kadar uzanan süreçteki temaslar sırasında devletten Öcalan'a yazılmış tam metinleri ilk kez günyüzüne çıkacak mektuplar.

Hem devleti bu kadar spor, hem de Öcalan'ı bu kadar konuşulabilir görmek eminim bugün süregiden görüşmeler için iyimserliğimizi arttıracak. 1998-2004 arası silahların sustuğu altı yıl boyunca binlerce gencin hayatını kurtarmış, bu ateşkese emeği geçmiş herkesi şükranla hatırlarken, çözüm için heba edilmiş bu koca altı yıl için üzülmekten başka bir şey elden gelmiyor. Gerçekler bilinsin ama en çok da konuşmaktan değil konuşmamaktan öldüğümüz anlaşılsın umuduyla...

Devletin bütünlüğü dışında her şey tartışılabilir

1milyon 171 bin 623 oy. 1995 genel seçimlerinde BDP'nin atalarından Halkın Demokrasi Partisi'nin (HADEP) aldığı toplam oy. Baraj yüzünden parlamento dışında kalan MHP'nin lideri Alparslan Türkeş'in bile HADEP'in parlamentoda temsil edilmesini savunmasına neden olan bir oy.

Son kez barış şansının suya düştüğü 1993'den itibaren devletin İsrail'den akıllar alarak giriştiği toplu imha planından sonraki ilk seçimde HADEP'in aldığı bu oy Kürt sorununun fail-i meçhullerle çözülemeyeceği konusunda devlette bir aydınlanmaya vesile olmuştu. Ucu görünen Avrupa Birliği ile Türkiye devleti her şeyi yeniden düşünmeye karar vermişti.

Peki nasıl yapılacaktı bu?

1993 yılından kalan kötü hatıralar vardı.

Özal'ın son günü

1992 yılından itibaren aracılar vasıtasıyla Öcalan'la temas kuran Cumhurbaşkanı Turgut Özal, son olarak Celal Talabani'yi gönderdiği Öcalan'ı ikna etmiş, Öcalan 17 Mart 1993'te 25 günlük ateşkes ilan etmişti. Ateşkes kararı 16 Nisan günü Özal'ın önerisiyle süresiz olarak uzatıldı. Bir gün sonra, Türkiye'nin hâlâ çözemediği bir şekilde 17 Nisan günü Özal hayatını kaybetti.

Ama barış projesi Özal'ın değil, devletin projesiydi. 1993 yılı 24 Mayıs'ında toplanan Milli Güvenlik Kurulu toplantısından bugün bile hâlâ masaya gelmemiş genişlikte bir af kararı çıktı:

"Alınmış olan güvenlik tedbirlerine ilaveten Güneydoğu Anadolu'da iç barış ve istikrarın sürekliliği için, toplumsal hoşgörüye uygun olarak, özellikle Olağanüstü Hal Bölgesi'nde terör örgütüne katılmış olup da, kan dökülmesi eylemlerine girmemiş kişilerin gelip teslim olmaları halinde, haklarında kovuşturma yapılmamasını ve diğer terör örgütü mensuplarının durumlarının da bu anlayış içinde ele alınarak gerekli düzenlemelerin yapılmasını hükümete bildirilmesine karar verilmiştir."

Savaş cephesi boş durmuyordu. Aynı günün akşamı Bingöl'de 33 erin otobüsleri durdurulup taranarak öldürüldü. Bu olay kısa ateşkes boyunca PKK'nın ihlal ettiği onlarca vakadan sonuncusu oldu.

Devlet sertleşti. 1993-1996 yılları arasında Türkiye tarihinin henüz tam olarak yüzleşmediği kirli ve kanlı bir şiddet politikası uygulandı.

İktidara gelen Öcalan'la görüşüyor

İşte 1995 seçimlerine bu şartlarda gelinmişti. Kürtler siyasi güçlerini ve iddialarını net biçimde ortaya koymuşlardı.

İlk adım bu "kirli savaşın"

Başbakan'ı Tansu Çiller'den geldi. 1995 yılında önce eski Savunma Bakanı Ercan Vuralhan üzerinden yine Avrupa'da Talabani'yle iletilen mesajda

Çiller ateşkes istiyordu. Bask modeli tartışmaları açıldı. 14 Mart 1995'te Talabani, Öcalan'a Çiller'in çözüm niyetini anlatan bir mektup yazdı. Çiller'e cevabi bir mektup yazan Öcalan, "halka yönelik operasyonların bitmesi halinde ateşkese hazır olduğunu" söyledi. Ardından Hikmet Çetin üstünden mektuplaşmalar sürdü.

Londra'da yaşayan bir gazeteci üzerinden yürütülen temaslar sonuç aldı. Öcalan 15 Aralık da MED TV'ye çıkıp ateşkes ilan etti. Bu süreçle ilgili yazdıklarından çok yararlandığım MED TV'de Öcalan'ın çıktığı, ateşkesin ilan edildiği programının sunucusu Günay Aslan, o akşamı "Az kalsın uydumuz düşecekti. Zira, canlı yayın boyunca Türkiye'deki askerî bir üsten (Çanakkale) televizyonumuzun yayın yaptığı uyduya korsan sinyaller gönderilmekteydi" diye anlatıyor.

Ve asker PKK'yla görüşüyor

Ateşkese sadece sinyal değil kurşun da sıkıldı. 16 Ocak 1996'da Güçlükonak'ta taranıp, yakılan minibüste 11 sivil öldürüldü. Devlet "PKK" diye anında ilan etti. Ama bölgeyi bilen herkes gerçeğin böyle olmadığını çok iyi biliyordu.

Sivillerin girişimlerinden sonuç çıkmamıştı. Sıra kurulan ikinci hükümet gibi davranan Genelkurmay'a gelmişti.

14 Nisan 1996 günü, Genelkurmay Toplumsal İlişkiler Dairesi'nden, 28 Şubat'ta da ismi çok duyulacak olan Kurmay Albay H. D. Hollanda'ya gidip PKK'nın Avrupa sorumlularından Abdurrahman Çadırcı ile görüştü. Bu asker ve PKK arasındaki ilk doğrudan temastı.

Bundan iki gün sonra Mesut Yılmaz'ın temsilcisi (Alev Alatlı bu kişinin kendisi olduğuna yönelik iddiayı reddetti. Bu kişinin Yılmaz'ın danışmanlığını yapan kardeşi Işıl Alatlı olabileceği de iddia ediliyor) bu kez Brüksel'de yine PKK temsilcileriyle görüştü.

6 Mayıs 1996 günü Şam'da Öcalan'a çok yakın bir yerde C-4 ile bir minibüs patlatıldı. Arkasında Yeşil olduğu söylenen bu suikastı o günler de PKK'ya yakın olan Yalçın Küçük'ün Ankara'daki bir siyasetçiden öğrenip (Mesut Yılmaz olduğu iddia ediliyor) Öcalan'a ihbar ettiği ileri sürülür.

Erbakan'dan Öcalan'a mesajlar

Son hamle 28 Haziran'da büyük tartışmalarla Başbakanlık koltuğuna oturan Necmettin Erbakan'dan geldi. Temaslar Öcalan'la telefonda görüşmeler yapacak kadar çalışmaları ilerleten yazar İsmail Nacar'ın başkanlığındaki sivil bir girişim üzerinden yürüyordu. Hem bu temasları hem de Suriyeli bir PKK'lı vasıtasıyla Erbakan'dan ateşkes mesajları geldiğini daha sonra İmralı'daki yargılanması sırasında Öcalan da açıkladı. Bu temaslara koalisyonun küçük ortağı DYP de destek veriyor, görüşmeleri doğrulayan dönemin DYP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Gölhan "Şu anda açamam ama bir uzlaşma noktasına doğru gidiliyor" diye basına açıklama bile yapıyordu.

Aynı günlerde Ahmet Türk, Sırrı Sakık, Sedat Yurtdaş gibi isimlerin yeniden döndüğü HADEP'in Ankara'da toplanan kurultayında Türk bayrağı indirilip yerine Apo'un resmi asıldı. Hava tekrar ağırlaşmıştı.

"Yeni bir Türkiye Kurmak istiyoruz"

Türkiye'nin gündemi önce 3 Kasım 1996'daki Susurluk kazası ve ardından sonbaharla birlikte başlayan Refahyol hükümetine karşı postmodern darbe sürecine doğru kaydı.

Askerler ancak 28 Şubat süreciyle Refahyol'un "halledilmesinin" ardından yeniden PKK ile görüşmelere döndü. Bu arada Yalçın Küçük askerler adına PKK'da halkla ilişkiler yapıyor, Öcalan'ı Genelkurmay'ın bu sorunu çözmek istediği konusunda ikna etmeye çalışıyordu.

Asker ve PKK arasındaki ilk resmî temas Nisan 1997'de yine Hollanda'nın Arnheim kentinde gerçekleşti. Güven sorunları aşılamamıştı. Mayıs 1997'de Kuzey Irak'ta PKK kamplarına karşı düzenlenen operasyon, görüşmeleri yeniden kesti.

Muhatap HADEP formülü

28 Şubat'la devleti kurtardıklarını düşünen askerler ve onlarla birlikte hareket eden sivil yönetim PKK'ya "Biz yeni bir Türkiye kurmak istiyoruz" mesajı gönderiyordu. Ama güven sorunu aşılamıyordu.

Devlet kendine barış yapacak bir muhatap, çözüm niyetini PKK'ya iletecek arabulucular arıyordu.

Bu sırada devreye Milli İstihbarat Teşkilatı girdi. Üst düzey MİT yetkilileri 7 Mayıs 1997 günü HADEP içinde ılımlılar olarak bilinen Sedat Yurtdaş, Sırrı Sakık gibi isimlerle Yıldız Sarayı'nda biraraya geldi.

Devlet HADEP üzerinden PKK ile konuşmak istiyordu.

Ateşkesi getiren Ağustos Mektubu

18Ağustos 1998 tarihinde Devlet-PKK görüşmelerinde arabuluculuk yapan Kürt siyasetini iyi bilen isimlerin ana gövdesini ve zaman zaman sol jargona kayan dilini belirledikleri bu mektup Ağustos Mektubu olarak biliniyor. Önce elyazısıyla yazılıp daha sonra da üst düzey MGK, MİT yetkilileri tarafından imzalanan mektup, devletin en üst düzey yetkililerine de okutulmuş, onların da onayı alınmıştı. Mektup Abdullah Öcalan'ı 1 Eylül 1998'den geçerli olmak üzere ateşkes ilanına ikna etmeyi başardı. Mektubun devletten Öcalan'a giden ve en büyük taahhüdü ise ise son cümleye bırakılmıştı: Devletin bütünlüğü ve hükümranlık hakları dışında her şey tartışılabilir. İşte ilk kez yayımlanan o mektubun tam metni:

1996 Aralık ayından beri söylenen;

1) Med TV Aracılığı ile

2) İ.H.A Muhabirleriyle

3) Fatih Altaylı ile

4) 1997, 1998 mesajları

5) El Hayat röportajları

6) Çeşitli Avrupa ülkeleri kurumu ve devlet başkanlarına gönderilen mektuplar

7) Güney Amerika Başkanlarına gönderilen mektuplar

8) Türkiye Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlarına gönderilen mektuplar

9) Vs.

"Operasyonlar dursun, silah bırakmaya hazırız", "Kürt kimliği tanınsın ve anayasal güvenceleri yaratılsın." Tarafınızda dile getirilen bu talepler ve demeçler, siyasi taktik açılımı dışında, hayata geçirilmemiş, örgütünüz, tarafınızdan buna göre yapılandırılmamıştır.

1992 Konsepti oluşmadan, T.C. devleti Kürt realitesinin açılımını yapmaya çalışırken bunu T.C. devletinin bir zaafı olarak algılayıp ayaklanma çağrısı yaptınız. Ulusal ve uluslararası konjonktür Kürt kimliğinin hukuksal güvencelerini yaratmak için en elverişli dönemde iken yukarıdaki iddianız T.C. devletini konsept değişikliğine itmiştir. Buna rağmen 1992 konsepti T.C. devleti Cumhurbaşkanı tarafından fiili durum yaratılarak uygulanamamıştır. Sizinle devlet en üst düzeyde ilişkiye geçmiş, bunun akabinde 1993 ateşkesi uygulanmış, ama ne yazık ki ateşkes sürecinde meydana gelen (102) yüz iki çatışma ortamında tümü ile PKK militanları, ateşkesi ihlal etmiş, T.C. devleti fiili duruma sadık kalmış ve bu (102) çatışma sizin tarafınızdan meydana getirilmiştir. Nihayet (33) erin ölümü ile sonuçlanan facia ateşkesi ve fiili durumu geri dönülmez bir sürece sokmuştur. Tüm bunlar T.C. devletini 1993- 1996 sürecini yaşamak zorunda bırakmıştır.

1) Kürt kimliğinin tanınmasını silahlı mücadele nedeni olarak izah etmek anlaşılır bir durum değildir.

2) Bir yandan devletin bütünlüğü içerisinde denilirken öte taraftan devletsel ilişkiler kurmanın izahı mümkün müdür?

3) Türkiye'yi Kuzey Irak'tan dolayı Ortadoğulaştırmak en başta Kürtlerin zarar göreceği bir durumdur. Çünkü Ortadoğulaşan bir ülke iktidar ve hukuk KEYFİLİĞİNE dönüşen bir ülkedir. İktidar keyfiliği Kürtlerin tercihi olmamalıdır.

4) Türkiyeleşmek

a) 1995 seçim sonuçlarını iyi yorumlamaktan geçer. Öyle ki radikal sağın lideri A. Türkeş bile HADEP'in parlamentoda temsil edilmesini savunmuştur. Ama ne yazık ki Avrupa, Ulucanlar, ve Çanakkale üçgeni

HADEP'e bayrak olayını yaşatmışlardır.

b) Sonuçlarınızı izah edecek yapıları beslemeniz gerekirken kendinize politik karikatürler yaratmakta ısrar ettiniz. Bu da hak edilmemiş saygınlıklar doğurmuştur

c) Türkiyeleşmek, konu sahasında olmayan ve hiç olmayacak, yetmiş yıldır bir arpa boy yol alamayan Türkiye ve dünyaya yabancı toplumsal tembellik üzerinden bir avuç insanı sürekli yok eden kendine de yabancı siyasal yapılarla Haziran'da yapmış olduğunuz ve Türkiye'ye acıdan başka bir şey vaat etmeyen girişim değildir.

Bildiğiniz gibi devletlerin dönüşümü daha çok muhaliflerin etik mücadele şekillerine bağlıdır. Etik olmayan mücadele yöntem ve şekillenmeler devletleri kendi içlerine daha fazla kapatır. Totaliter hale getirir. Stalinist yöntem "Burjuva" devletlerini daha çok geriye götürmüştür. Devlet tarafında devletin korunması her şeyin üzerinde tutulmuştur. Bugün itibarıyla devletten ziyade yukarıda defalarca dile getirmiş olduğunuz görüş ve taleplerin yaşam bulması için kendi gerçekliğinizi gözden geçirmeniz gerekmektedir. Reel durum sizin için anahtar olmalıdır. Sorun problem oluşturmaktan değil çözücü olmaktan geçer. Devletin bütünlüğü ve hükümranlık hakları dışında her şey tartışılabilir.

-II-

HADEP üzerinden süren PKK ile konuşma çabaları suya düşünce arabuluculuk işi iki kişinin üstüne kalmıştı. Onlardan biri bizim Balıkçı'ydı. 98 ateşkesi için 'gizli Anayasa' sayılan Kırmızı Kitap da değişti.

ATEŞKES İÇİN KIRMIZI KİTAP DEĞİŞTİ

Mayıs 1997 günü İstanbul Beşiktaş'taki Yıldız Sarayı'nın önemli misafirleri vardı.

Çok sıkı güvenlik tedbirleri alınan saraya HADEP'in Genel Başkan Yardımcıları Sırrı Sakık, Sedat Yurttaş, Kemal Parlak, Güven Özata ile bu görüşmeyi organize eden "Koordinasyon"dan isimler geldi.

Koordinasyon, devlet-PKK arasındaki temasları koordine eden bir yapıydı. İçinde Genelkurmay, MİT, Emniyet'ten üst düzey yetkililer ve Kürt camiasında itibarlı arabulucular vardı.

O arabulucular devletin artık kendi üzerlerinden değil, doğrudan HADEP üzerinden PKK ile konuşmasını istedikleri için bu buluşmayı organize etmişlerdi.

2004 yılında ilk kez Ruşen Çakır'ın Vatan'da yazdığı bu teması (Çakır bunu MİT-HADEP zirvesi diye yazmıştı) görüşmeye katılan isimler de doğruladı. (Sırrı Sakık iki hafta sonra Neşe Düzel'e verdiği röportajda bu görüşmelerin bir gazeteci aracılığıyla yapıldığını anlatmıştı.)

Görüşmede Kürt siyasetçilerin devletten istediği, HADEP'in özgürce çalışmasına izin verilmesi, medya ambargosunun kaldırılması, siyasi hükümlülerin salıverilmesi, operasyonların durması ve Terörle Mücadele Yasası'nda değişiklik yapılmasıydı.

Bunun karşılığında yazılı hale geçirilen zabıtta vaat edilen ise şuydu: "HADEP, Türkiye'deki bütün sorunların yanında Kürt sorununun şiddet dışı yöntemlerle barışçıl ve demokratik ve siyasal çözümünden yanadır. Bunun için üzerine düşeni yapmaya hazırdır."

Bu tam olarak devletin istediği şeydi. Çünkü devlet Kürt sorununda PKK ile diyalog için bir muhatap bulmaya çalışıyordu.

Görüşmeyi sekiz yıl sonra ortaya çıkmasından sonra BBC 'ye doğrulayan Sedat Yurttaş'a göre de amaç buydu: "Bu, devletin o hep kabul etmeyeceğini söylediği muhatap arayışıydı. Toplantının içeriği genel olarak bölgedeki olayların durdurulması ve ateşkesti."

HADEP'te şahinler kazandı

İçersine HADEP'li yöneticileri de alarak İstanbul'un ünlü başka bir sarayında, Bakırköy'deki bir adreste, Taksim'de magazin dünyasında da tanınmış ünlü bir isme ait ofiste toplantılar yapan Koordinasyon ilk yenilgisini HADEP Genel Sekterliği seçiminde aldı.

Çözüm yanlısı grubun adayı Sedat Yurttaş'tı. Bu temaslardan haberi olan PKK'nın Avrupa'daki şahin kanadı bunu "devletle işbirliği" yapmak olarak algılamış, Yurttaş'ın karşısına Mehmet Satan'ı aday olarak çıkarmıştı. Genel Sekreterlik koltuğuna bir oy farkla Satan oturdu.

Bu HADEP'li Koordinasyon'un da sonu demekti. Devlete güvenmeyen, hayalkırıklığına uğrayan ve "işbirlikçi" yaftasından çekinen Kürt siyasetçiler Koordinasyon'dan çekildiler. Geriye esas ateşkesi getirecek diyalogu sırtlanacak Kürt çevrelerde tanınan iki arabulucu kalmıştı. O iki kişiden biri 2010 yılındaki ateşkesin de baş aktörlerinden biri olarak bilinen ve bilinmesini istediği adıyla Balıkçı idi.

Karadayı, Erkaya, Çetin Doğan...

Haziran 1997'de askerler Refahyol hükümetini düşürmeyi başardı. Şimdi artık bütün ipler Genelkurmay'ın elindeydi.

PKK'ya her fırsatta "Yeni bir Türkiye kuruyoruz. Devlet değişecek, PKK da bu tarihsel süreçte devleti dönüştürmek için üzerine düşeni yerine getirmelidir" mesajı gönderen dönemin askerî cenahında çözümün arkasında duran isimler tanıdıktı: Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya, dönemin Genelkurmay kadrosunda yer alan Çetin Doğan, Hilmi Özkök...

Bu kararlılığın sonucu olarak Genelkurmay karargâhından üst düzey bir albay Nisan 1997'de Hollanda'nın Arnheim kentine yeniden giderek PKK ile bu kez resmî zabıt altına alınan ilk görüşmeyi gerçekleştirdi. Bu trafiği sekteye uğratan Mayıs 1997'de Kuzey Irak'ta PKK kamplarına karşı düzenlenen operasyon oldu.

Sabri Ok üzerinden mesajlar

Bir süre sonra yeniden görüşmeleri başlatmak isteyen asker önce Bayrampaşa Cezaevi'nde yatmakta olan önde gelen PKK'lılarla görüşmenin yolunu arıyor. Bu görüşmeler cezaevi yönetimine takılınca, bu kez yine avukat Selim Okçuoğlu aracılığıyla Bursa Cezaevi'nde yatmakta olan, cezaevindeki PKK'lıların lideri Sabri Ok'la görüşme trafiği başlıyor.

Zabıtları olan görüşmelerin tanıkları da var. Dönemin ünlü Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu. Orakoğlu, 2007 yılında katıldığı bir toplantıda "PKK'nın sözde cezaevleri sorumlusunu da dinlemeye aldık. Telefon dinlemesi sırasında bu kişi ile ordu içinde bir grubun işbirliği içinde olduğunu tesbit ettik" demişti. Aynı dönem Emniyet İstihbarat'ta Teknik İşlerden Sorumlu Başkan Yardımcısı olan Hanefi Avcı ise 1998 yılında katıldığı 32. Gün programında "Devlet içinde bir grubun PKK ile işbirliği yaptığını, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı'nın söz konusu o kişiyi tesbit ettiğini" açıklamıştı. Enis Berberoğlu da 4 Haziran 1999'da Hürriyet 'te bu görüşmeleri yazmıştı. Öcalan da yakalandıktan sonraki ifadelerinde bu görüşmeleri açıkça anlattı.

Genelkurmay Toplumsal İlişkiler Dairesi'nden üst düzey yetkililer neredeyse Hollanda ve Brüksel da kamp kurmuş, PKK'yı çözüm konusunda ikna etmeye çalışıyorlardı.

İlk jest: Bayrak davasında tahliye

Öcalan'ın kafası karışıktı. Temaslara güvenmek istiyor ama güvenemiyordu. Asker-PKK diyalogunun en ateşli savunucusu, o sırada hem MEDTV 'de program yapan hem de Özgür Politika gazetesinde yazıları çıkan Yalçın Küçük'tü. 28 Şubat'ın hemen ardından Mart 1997'de Özgür Politika'daki yazılarında Küçük "PKK ve Türkiye devrim güçleri dinsel gericiliğe (ve MHP'ye) karşı Türk ordusuyla bir birlik kurmalıdır" diyordu. Anlattığına göre 28 Şubat öncesi Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının Gölcük'te yaptıkları ünlü toplantıyla ilgili haberleri Öcalan ile birlikte takip etmişlerdi.

Güven sorununun aşılması için art arda adımlar atılıyordu. PKK'lılar görüştükleri kişilerin samimiyetini ve nelere kani olduklarını görmek istiyordu. Güven arttırıcı önlemler kapsamında bayrak indirme olayı nedeniyle tutuklu yargılanan HADEP'liler tahliye edildi.

Kırmızı Kitap'a ateşkes ayarı

İlk ve en somut adım ise Ekim 1997'de geldi. MGK'nın ekim ayı toplantısında Milli Güvenlik Siyaset Belgesi değiştirilmişti. İrticanın terörün yerine birinci öncelikli tehdit haline getirildiği yeni kırmızı kitapta suç örgütleriyle mücadele de belgeye girmiş, PKK'nın rahatsız olduğu Susurlukvari yapılara mesafe konmuştu.

Kasım 1997'de Serxwebun gazetesine yazdığı yazıda Öcalan da bu adımla verilen mesajdan memnuniyetini şöyle anlatmıştı: "Son dört-beş yıldır PKK en büyük 'tehlike' olarak öndeydi, şimdi de İslam, yani Refah Partisi birinci tehlike olarak öne çıktı. Dikkat edilirse, şu andaki general kadrosu 'Refah olayı 12 Eylül döneminde gelişti' diyor. Yani dinin tırmanışı 12 Eylül'e bağlanıyor ve burada 12 Eylül'e tavır konuluyor. HADEP bir Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti gibi çalışabilir. Batı Çalışma Grubu nedir? Batı Anadolu Müdafaai Hukuk Cemiyetidir."

Mesajların ardı arkası kesilmiyordu. O günlerde MED TV 'de programlara da katılan Yalçın Küçük, televizyonda çalışan gazeteci Günay Aslan'a "Genelkurmay'dan bugünlerde PKK için önemli bir açıklama gelecek" haberini verdi.

Açıklama Kürt sorununun çözümü konusundaki girişimlerin arkasındaki isimlerden biri olan Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya'dan geldi. Erkaya 5 Şubat 1998 günü "İrticanın PKK'dan daha tehlikeli olduğunu" söyledi.

Görüşmeler arabulucular üzerinden ve doğrudan sürüyor, Mesut Yılmaz başkanlığında kurulan hükümet ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yürütülen temaslar ile ilgili bilgilendiriliyordu.

28 Şubat'ın askerlerinin desteğiyle kurulan Yılmaz hükümeti bir taraftan AB sürecini hızlandırırken, diğer taratan Susurluk tipi yapılara karşı mücadele veriyordu.

PKK'yı "Devlet değişiyor"a ikna eden bu adımlar mahalle baskılarına dayanamayan pek çok ismin çekilmesine rağmen çalışmalarına devam eden Koordinasyon'un temaslarıyla destekleniyordu.

İlk amaç PKK'nın ateşkes ilan etmesiydi.

Devlet bu konudaki niyetini doğrudan bir mektupla Öcalan'a bildirmeye karar verdi.

18 Ağustos 1998 tarihinde Öcalan'a ulaşan o ünlü Ağustos mektubunun tam metni dünkü Taraf 'ta yayımlandı. Mektup 1998 ateşkesinin stratejisini belirleyen Balıkçı'nın kaleminden çıkmaydı. Devlet o mektubun sadece sonuna açık bir taahhütte bulunan o cümleyi ekledi: "Devletin bütünlüğü ve hükümranlık hakları dışında her şey tartışılabilir."

Cümle mektuba Ankara'dan eklenmişti. Mektubun altına MGK ve MİT'ten üst düzey yetkililer imzalarını attılar.

Ateşkes için geriye tek bir adım kalmıştı. Öcalan ateşkes kararını MED TV 'de Türkiye'den gazetecilerin de katıldığı bir basın toplantısında duyurmak istiyordu. Tabii Öcalan, Brüksel'deki MED TV stüdyolarında kendisinin telefonla katılacağı ateşkes konulu bir basın toplantısına Türk medyasının 'izin çıkmazsa' gelemeyeceğinin farkında olacak kadar da Türkiye'yi iyi tanıyordu.

İzin çıktı. 25 Türk gazeteci o gece Şam'dan telefonla programa bağlanan ve soruları yanıtlayan Öcalan'ın basın toplantısını izlediler. Öcalan konuşmasında barış mesajları verdi. "Türk askerinin bölgedeki hükümranlığını tartışmıyoruz", "İlke olarak Cumhuriyet'e karşı çıkmıyoruz" sözleriyle orduya sıcak mesajlar gönderdi.

Ertesi gün, Abdullah Öcalan'ın ateşkes çağrısına iç sayfalarında geniş yer veren gazetelerin manşetlerinde, görevini Hüseyin Kıvrıkoğlu'ya devrederken konuşan İsmail Hakkı Karadayı'nın "İrtica terörle birlikte birinci öncelikli tehdittir" sözleri yer alıyordu.

Kıvrıkoğlu'nun gelişiyle birlikte dengeler değişmeye başladı. Ama ateşkesle yeni bir aşamaya giren çözüm planı yürürlükteydi. Şimdi sıra ateşkesi getiren Ağustos Mektubu'nda söylendiği gibi Öcalan'ı ve PKK'yı Ortadoğu'dan kurtarmaya gelmişti...

20 dakika kala Ağar'a "Gelmiyorum" dedi

Ağustos Mektubu'nun altına son imza, mektubun Öcalan'a ulaştırıldığı gün yaptığı bir çıkışla Cumhurbaşkanı Demirel tarafından atıldı.

18 Ağustos 1998 akşamı İstanbul Büyük Kulüp'te merakla beklenen bir düğün vardı. Susurluk ilişkileri nedeniyle İçişleri Bakanlığı'ndan istifa eden ve bir süre önce de kızını kaybeden Mehmet Ağar oğlunu evlendiriyordu. Kenan Evren, Recep Tayyip Erdoğan, Sakıp Sabancı'nın da içlerinde olduğu 1000 davetli yerlerini almıştı.

Çok önemli biri bekleniyordu. Düğün tarihi bile onun programına göre ayarlanan nikâh şahitlerinden Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel.

Ağar'ın Susurluk bağlantıları nedeniyle Demirel'in bu düğüne gitmemesi yolunda cılız da olsa bir kamuoyu baskısı oluşmuş ama Demirel nikâhın başlamasına 20 dakika kalaya kadar gitmeme yönünde bir işaret vermemişti.

Programını düğüne göre yapan Demirel, Hacıbektaş'tan İstanbul'a dönmüş evinde oturuyordu. Düğüne 20 dakika kala gelemeyeceğini bildirmek üzere aradığı Ağar'a mazeret olarak ne acil bir iş, ne de bir hastalık bildirmişti. Sadece "yorgunum gelemiyorum" demişti.

Demirel'in son dakika kararı düğünde şok etkisi yarattı. Bunun siyasi bir karar olduğu konusunda düğünden yazan tüm köşe yazarları emindi. Gazetecilerin meraklı sorularına Ağar'ın cevabı kısaydı: "Türkiye'de bir gelenek vardır. Gelen de sağ olsun gelmeyen de."

Demirel'in 20 dakika kala nikâh şahidi olduğu Ağar'ın düğününe katılmama kararı Öcalan için devletin verdiği değişme sinyallerinden biriydi.

Genelkurmay 'Gidin' dedi

Basına izin çıktı. 28 Ağustos 1998 akşamı Brüksel'deki MED TV stüdyosunu 25'e yakın Türk basın mensubu doldurmuştu. Bu bir ilkti. Panel adlı programın moderatörü Günay Aslan o akşamın hikâyesini şöyle anlatıyor:

"1998 yılı ağustos ayının son günleriydi. PKK lideri Öcalan o tarihte Suriye'deydi. Ben MED TV 'de çalışıyor, pazar akşamları Öcalan'ın -telefonla- katıldığı 'Panel' adında bir tartışma programını yönetiyordum. Sayın Öcalan bir program öncesi beni arayıp Atatürk'ün Amasya Tamimi'ni istedi. Ayrıca ilgili arkadaşlara talimat verdiğini; yeni bir ateşkes için hazırlık yapılması gerektiğini de söyledi. Anlaşıldığı kadarıyla 1 eylülden geçerli olmak üzere yeni bir ateşkes ilan edecekti. Tamimi gönderip ateşkes programının hazırlıklarına başladık. Türk basını programa şaşırtıcı bir şekilde yoğun ilgi gösteriyordu. Birçok gazete, televizyon kanalı ve haber ajansı katılacağını söylüyordu. 28 Ağustos 1988 günü canlı olarak yayınlanan programa stüdyo konuğu olarak katılan ve şu an TRT 'de çalışan bir gazeteci gösterilen ilgiyi Genelkurmay'a bağladı. Program öncesi yaptığımız görüşmede, 'buraya gelmemizi ve bu programa katılmamızı Genelkurmay istedi' dedi. Söylediğine göre kendisi de Genelkurmay'a çağrılmış, programa katılması istenmişti."

(O akşam stüdyoda olan ve Öcalan'a bir soru da soran (O programın görüntüleri YouTube'dan bulunabilir) Tayfun Talipoğlu o sözleri kendisinin söylemediğini söylerken, Günay Aslan iddiasında ısrarlı.)

-III-

Türkiye neden şiddetin tırmandığı yıllarda değil de 1 Eylül 1998'de ateşkes ilan etmesinden iki hafta sonra Öcalan için Suriye'yi tehdit etmeye başladı. Peki neden Suriye'den, Öcalan'ın Türkiye'ye iadesini değil de "Öcalan'ı barındırmamasını" istedi. Cevaplar işte bu mektupta...

Suriye'den çıkmayı Öcalan kendi istedi

Devlet-PKK görüşmeleri sonunda 1 Eylül 1998'de ilan edilen ateşkesten 18 ay sonra Abdullah Öcalan uzun bir kovalamacanın ardından Kenya'da yakalanıp Türkiye'ye getirildi.

Şu ana kadar anlatılan "1998 ateşkes hikâyesinin" en çelişkili görünen tarafı bu.

Devlet "Değişiyorum, çözüm istiyorum, devletin bütünlüğü dışında her şeyi tartışabiliriz" vaadiyle ateşkes ilan ettirdiği Öcalan'ı 18 ay sonra yakalayıp bir adada yargılamaya başlamıştı.

4 Haziran 1999 tarihinde Hürriyet 'te bir yazı yazan Enis Berberoğlu'na göre devlet Öcalan'ı kandırmıştı. 1997'de Hollanda ve daha sonra cezaevlerinde yürütülen devlet- PKK temaslarını doğrulayan Berberoğlu'na göre bu temaslar aslında Öcalan'ı yakalamak için 1980 öncesinde solculara da oynanmış meşhur bir istihbarat oyunuydu.

Diplomatik zafer mi komplo mu?

Bu "Saf PKK'yı kandıran usta istihbaratçılar" hikâyesi dışında 18 ay içinde olan bitenle ilgili iki ayrı senaryo var. Bunlardan biri resmî, diğeri PKK kaynaklarında anlatılan Öcalan'ın yakalanış hikâyesi.

PKK'ya göre olan bitenin adı 9 Ekim Komplosu. PKK, daha çok uluslararası alandaki 'komplonun' üzerinde duruyor.

Büyük bir diplomatik zafer olarak anlatılan resmî hikâye ise en derli toplu olarak 2004 yılında Radikal 'de Murat Yetkin tarafından özellikle Demirel ve çevresi merkezli olarak yazıldı. ("137 Fırtınalı Gün" adlı yazı dizisi daha sonra kitaplaştı)

Yetkin'in hikâyesine göre 1 Eylül 1998'de PKK ateşkes ilan etmiş, silahlar susmuşken birdenbire her şeyi başlatan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun Cumhurbaşkanı Demirel'e verdiği "Terörle mücadelede elimizden gelen her şeyi yapıyoruz. Ancak PKK'nın başı Suriye'de oldukça yapabileceklerimizin bir sınırı var. Suriye konusunda çalışmalar yapıyoruz. Müsaade ederseniz bu raporu size sunmak istiyoruz" mesajıydı.

Suriye'den Öcalan'ı çıkartmaca

Ardından 15 Eylül'de, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, Suriye sınırındaki Hatay'ın Reyhanlı ilçesinde bir sınır bölüğünü denetlemeye gider. Arkasında bayraklı vatandaşlar, muharebe üniforması içinde, kolları sıvayıp parmağıyla Suriye'yi işaret ederek: "Türkiye komşularıyla iyi ilişkiler içindedir. Bizim bu iyi niyetimizi Apo eşkıyasını koruyan Suriye istismar etmektedir. Şunu açık söylüyorum ki, artık Türk milleti iyi niyeti konusunda verdiği gayretin sonuna gelmiştir. Sabrımız taşmak üzeredir. Kimsenin toprağında gözümüz yoktur. Hiçbir ülkenin de bizim topraklarımız üzerinde emellerine izin vermeyiz. Bunu komşumuz Suriye'nin çok iyi anlaması lazımdır."

Ve mesaj sırası 1 Ekim'de Meclis'i açan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'dedir. Murat Yetkin'in yazdığına göre Demirel'in danışmanlarına Suriye ile ilgili sert mesajlar sipariş etmiştir. Hatta yazılan cümleleri "daha sert" diyerek beğenmemiş, savaş iması içeren bir BM yasası hatırlatmasını ise "erken" diye geri çevirmiştir.

Meclis açılışında verilen mesaj büyük yankı yaratır. Demirel bununla da yetinmez; ani bir kararla üniversite tarafından kendisine verilen fahri doktora unvanını almak için Hatay'a yani Suriye sınırına gider. Orada yaptığı konuşmada da benzer mesajlar verir. Peki birdenbire ne olmuştu Ankara'ya?

19 yıl sonra neden Eylül 1998

Abdullah Öcalan'ın 19 yıldır Suriye'de olduğu bilinmektedir. Peki neden 1997'de, 1996'da, karakollar basılırken, şehir merkezlerinde patlamalar olurken değil de, 1998 yılının eylül ayında PKK ateşkes ilan etmiş, silahlar kısmen susmuşken Öcalan konusunda Suriye sıkıştırılmaktadır?

Ve neden bu iş bu kadar teatral ve koordineli olarak yapılmaktadır?

Bu meraka çare olsun diye o günlerde gazetelere Şemdin Sakık'ın Suriye-PKK ilişkisini anlattığı hiçbir yeni unsur içermeyen ifşaatları sızdırılır. Hürriyet 'in "ele geçirdiği çok gizli "İşte Sabrımızı Taşıran Rapor"da 19 yıldır bilinenlerden bir gram fazla yeni bir tehdit ya da unsur yoktur.

Öcalan PKK'nın tasfiyesinden bahsederken

Tam aksine 1998 eylül ayında Öcalan onlarca Türk gazetecinin MED TV 'de katıldığı bir telebasın toplantısıyla ateşkes ilan etmiş, ateşkesi duyururken "Türk askeri, bölgede olduğu gibi dursun, hükümranlığını tartışmıyoruz" gibi sözler söylemiş, 13 eylülde telefonla bağlandığı MED TV 'de çıtayı biraz daha yükseltip "Kimlik, ulusal demokratik hakları versinler, PKK'yı tümüyle lağvedeyim, başkanlık dahil tüm sıfatlarımı terk etmeye hazırım" demiştir.

Şifre: Suriye'de barındırma

Birbiri ardına gelen ve Suriye'yi tehdit eden sivil ve askerlerin talebi de dikkat çekicidir. Açıklamalarda ısrarla Hafız Esad rejiminden "Öcalan'ı Suriye'de barındırmaması" istenmektedir. O dönem yapılan tüm tehditkâr açıklamalar tarandığında, Ankara'nın Suriye'den Öcalan'ı Türkiye'ye iade etmesi gibi bir talebi olmadığı görülebilir. Esas vurgu "Suriye'de barındırma" üzerinedir.

Peki aslında ne olmuştu? 1 Eylül'de devletle anlaşıp ateşkes ilan eden Öcalan, 9 Ekim'de neden Suriye'den çıkarılmıştı? Yoksa bu iki gelişme arasında bir ilişki mi vardı?

Bu sayfada okuyacağınız mektup işte bu sorunun cevabını veriyor. Öcalan'ın 1999'da yakalanmasının ardından yazılan mektubun altında dönemin üst düzey MİT yetkililerinden birinin imzası bulunuyordu. Mektupta olan biteni komplo olarak nitelendiren PKK çevresine "Biz verdiğimiz sözleri yerine getirdik, komplo yok" mesajı verildi.

Öcalan çıkmak istiyor

Her şeyi başlatan, Öcalan'ın arabulucu avukat Selim Okçuoğlu ile arasında gerçekleşen bir telefon görüşmesiydi. Zabıtları da bulunan ve 1 Eylül'deki ateşkes ilanından önce gerçekleşen görüşmede Öcalan Kürt sorununu ve PKK'yı Ortadoğu'dan kurtarmak için Suriye'den çıkmak istediğini iletiyordu. Öcalan'ın istediği PKK'yı Türkiye'ye karşı kontrolünde tutmak isteyen Hafız Esad rejimine yönelik bir "askerî diplomasi" uygulanmasıydı.

PKK'yı tasfiye etmekten bahseden Öcalan uzun süredir "Silahlı mücadelenin sonuna gelindiği" yolunda açıklamalar yapıyor, PKK'yı önce sınır dışına çekmek daha sonra Türkiye kamuoyunda kötü bir şöhreti olan adını değiştirmeyi planlıyordu. (1998 ateşkesi günlerinde kararlaştırılan bu iki adım da daha sonra hayata geçirildi)

Bu fikir devletin "Kürt Sorunu'nu Ortadoğu'dan kurtarmak" düşüncesiyle de uyumluydu. Devlet PKK'yı sivilleştirmek, siyasi alana çekmek istiyordu. Ankara, Suriye'de kaldığı sürece PKK'nın silahsızlanamayacağını biliyordu. Eğer Öcalan Suriye'den çıkarılıp, Avrupa'ya giderse PKK şiddet kullanmaya, Öcalan saldırı emri vermeye devam edemezdi. Avrupa hukuku buna müsaade etmezdi.

Ve her şeyi bozan açıklama

Öcalan'ı Suriye'den çıkarmak için yapılan tüm açıklamalar ve hamleler bu anlaşma ve plan çerçevesinde yapıldı. Arabuluculuk yapan Mısır lideri Mübarek'e de Suriye'ye Öcalan'ı bırakması mesajı iletildi. "Adam vermeyen" bir gelenekten gelen Hafız Esad, Öcalan'ın da çıkmak istediğini öğrenince daha fazla direnmedi. Karar, Esad rejiminin derin isimlerinden Haddam tarafından Öcalan'a bildirildi.

Öcalan Brüksel'e gitmek istiyordu. Hatta devlet-PKK temaslarında Öcalan'ın Brüksel'de yapacağı açıklamalarda, örgüt bayrağı ve Türk bayrağını birlikte kullanabileceği bile konuşulmuştu. Ağustos Mektubu'nun son cümlesindeki sınırlar içinde her şeyin konuşulması serbestti: Devletin bütünlüğü ve hükümranlık hakları dışında her şey tartışılabilir.

9 Ekim'de Öcalan'ı Suriye'den Avrupa'ya taşıyacak uçak havalandı.

Havada Özgür Politika gazetesine konuşan Öcalan'ın bir sözü her şeyi altüst etti. Öcalan "Avrupa'ya devletleşmeye gidiyoruz" demişti. Bu tartışma dışı olan tek hükmün ihlali demekti. Ertesi gün Özgür Politika 'nın kapağını gören Ankara'da "Kandırılmışlık" hissi hâkim oldu.

Görüşmeler kesildi. Bu arada Öcalan daha sonra ağır bir şekilde suçlayacağı Rusya ve Avrupa'daki PKK kadrolarının boş vaatleri yüzünden oradan oraya gönderilmekteydi. Sadece PKK'nın dış temsilcilerinin değil, PKK'ya destek vaat eden Avrupalı ve Rus siyasetçilerin vaatleri de boş çıkmıştı.

İlk aramak istediği kişi

Komünist bir başbakan sayesinde İtalya'da kalan Öcalan tam ABD'den gelen bir heyeti kabul edecekken yeniden Rusya'ya gönderildi. PKK konusunda şiddet yanlısı Pentagon ve siyasi çözümü savunan Dışişleri Bakanlığı arasında kalan ABD yönetimi, doğrudan görüşme yapıp niyetini anlamak için Roma'daki Öcalan'a Türkiye'yi ve Kürtleri en iyi bilen iki ismi göndermişti: CIA'in Türkiye uzmanlarından Graham Fuller ile Kürt sorununda uzman olan ABD'nin Hırvatistan Büyükelçisi Peter Galbraith.

Öcalan her iki isimle de görüşmeden Rusya'ya dönmek zorunda kalır. Duma'nın "kalabilir" kararına rağmen, sorunu büyük bir krizde olan ülkesinin menfaatleri için bir pazarlık unsuru olarak kullanan kurt politikacı Primakov'un engellemesiyle Öcalan, uzun bir yolculuktan ve birkaç adrese daha uğradıktan sonra kendisini önce Kenya'da daha sonra İmralı'da bulur.

Yakalandıktan sonra ilk aramak istediği kişi devlet adına kendisiyle görüşen avukat Selim Okçuoğlu'dur....

Devletten Öcalan'a: Çıkmak istedin, çıkardık

1998 Ateşkesi üzerine dipnot

1- 1998 ateşkesinde PKK liderliğinin istekleri;

a) Basın açıklamasına gazetecilerin gelmesi ve açıklamanın engellenmemesi

b)Ülkede Gündem gazetesinin sansürsüz yayımlanması

2-PKK Liderliği Suriye'ye karşı askeri diplomasi önermiş. Bu öneri kimi güçlerce savaş sendromuna tabi tutulmuş ise de öneri gerçekleştirilmiştir.

3) 9 Ekim komplosu dayanaksız bir saptamadır. Esasen komplo denebilecekse, PKK liderinin ateşkesi bir taktik olarak değerlendirdiği telsiz mesajları ve Suriye çıkışı Devletleşiyoruz açıklamaları sayılabilir.

4) PKK Lideri kendi isteği ile İtalya'dan ayrılmış ve anlamsız, mantıksız bir şekilde Yunanistan'a dayatılmıştır.

5) PKK Liderini Kenya'ya götüren güçler;

a) İtalya'dan çıkaranlar

b)Amerikalılarla görüştürmeyenler

c) Yunanistan'a dayatanlardır. Ve bunlar PKK Liderinin çevresindeki güçler olmuşlardır.

-IV-

Abdullah Öcalan yakalandığı andan itibaren 1998 ateşkesinin arkasında durdu. PKK'yı sınır dışına çekti, 'Silahlı mücadele döneminin bittiğini' ilan etti ama artık Türkiye'de hava değişmişti. İlk kurban da arabulucular oldu.

Muhatapsız kalan ateşkes

"Beyaz kağıda mürekkep sürdü." Öcalan'n Avrupa'ya devletleşmeye gidiyoruz açıklamasını duyan Ankara'da bu görüşmeleri koordine eden ünlü bir general böyle demişti. 15 Şubat 1999'da Kenya'da yakalanmasından sonra Türkiye'ye getirildiğinde ilk olarak devlet adına onunla yüzlerce telefon görüşmesi yapan (MED TV'de yayımlanan bu telefon görüşmelerinin videolarını YouTube'da bulabilirsiniz) Selim Okçuoğlu ile görüşmek isteyen Öcalan beyaz kağıdın ne kadarının mürekkeple kirlendiğini öğrenmek istiyordu.

"Devletleşme sözünden ne kastettiniz" sorusu mahkeme Başkanı Turgut Okyay tarafından da İmralı'daki duruşmaların başında Öcalan'a sorulmuştu. Öcalan mahkemede "O sözün maksadını aşan bir ifade" olduğunu kabul etmişti.

Savunmasında da "Benim, Avrupa seferine çıkışımı devletleşme olarak nitelendirmemde de aynı yaklaşımı belirtmem tutarsızlık olarak görülmemelidir" diyerek uzun uzun devletleşmeden kastının üniter devlet ve demokratik cumhuriyet perspektifi içinde bir yerelleşme olduğunu anlattı Öcalan.

Benzer bir konuşmayı avukat Okçuoğlu ile de yapmıştı. Karşılıklı güven sorunlarıyla aksayan temaslar yeniden başladı.

Şahin ve güvercin Okçuoğlu kardeşler

Bu yüzden de Öcalan, ısrarla avukat olarak, herkesin bundan çekindiği bir sırada kendisine savunmaya gönüllü olan Ahmet Zeki Okçuoğlu'nu değil, kardeşi Selim Okçuoğlu'nu istiyordu. Öcalan ile kendisini daha şahin bir savunma yapma konusunda zorlayan avukat Ahmet Zeki Okçuoğlu arasındaki kavgalar basına da yansımıştı.

Gazeteler "İmralı'ya giden Okçuoğlu'nun Öcalan'ın, devletten baskı ve işkence görmediğinin tutanağa geçmesi isteğine karşı çıktığını, ancak buna rağmen bu sözler tutanağa geçince, sinirlenerek adadan ayrıldığını" yazıyordu. Bu tartışmalar mahkemeye de yansıyınca Öcalan Mart ayının 10'unda amacına ulaştı ve noter aracılığıyla kardeş Selim Okçuoğlu'na kendisini savunması için vekâlet verdi.

Öcalan'ın avukatlığından azledilen Ahmet Zeki Okçuoğlu o günleri anlattığı hatırlarında "Ona "Şeyh Sait'e de mahkemede 'İsyanının Kürtlük'le alakası olmadığını söylersen, seni idam etmez sürgüne yollarız. İki yıl sonra da genel afla çıkarsın' dediler. Denileni yaptı, ama yine de asıldı. Sana da aynı şeyi yapacaklar" dedim. Apo bir sonraki görüşmede, "Anlattıkların yukarıdakilerin hoşuna gitmemiş. Bir daha bana öyle şeyler anlatma" dediğini anlatacaktı.

Okçuoğlu'nun "Kendisini ziyaretlerimde yardımcı olmaya çalıştım. 'Öyle esrarengiz, gizli kapalı bir takım hesapların içine girme' dedim" dediği temasları yürüten arabulucularından biri kardeşiydi.

Yakalandığı andan itibaren 1998 ateşkesinin arkasında olduğunu söyleyen ve Türkiye içinde çözüm vurgusu yapan Öcalan'ı "işbirlikçi, kendi canını kurtarmak için korkup devlete teslim olmuş, Kürtlere ihanet etmiş" olarak gören tek kişi Ahmet Zeki Okçuoğlu değildi.

O günlerde Öcalan'la görüşen ailesi bile ona mahkemede daha fazla cesur olmasını tavsiye ediyordu.

Ailesinin bile ne yaptığını anlamadığı yalnız bir adamdı Öcalan. Yakalanmasını protesto için insanların kendisini yaktığı Öcalan'ın savunmasında barış değil de savaş demesinin nelere mal olacağının kimse farkında değildi diyor o günlere tanıklık eden Balıkçı. Ona göre "Öcalan Türkiye'yi iç savaştan kurtarmıştı."

Mahkeme Başkanı Mehmet Turgut Okyay'ın ''barış için kendisinin ne yapabileceğini'' sorması üzerine Öcalan, ''Ben hizmet etmek istedim. Buna aşığım. Demokratik cumhuriyette barış içinde yaşanabilir. Türkiye için yararlı olacaksa şu an canımı feda ederim. Dağdan indireceğim, 3 ayda indireceğim bana müsaade edin'' demişti.

Galiba bu çağrısı karşılığını aldı. Öcalan avukatları aracılığıyla 1998 ateşkes sürecinde kararlaştırılan silah bırakma, sınır dışına çekilme, PKK'yı siyasalaştırma vaatleriyle ilgili PKK'ya çağrılar yapmaya başladı.

Silahlı mücadele dönemini bitirdi

En tarihi olanı 2 Ağustos 1999 günü avukatları aracılığıyla yaptığı açıklamaydı. Öcalan silahlı mücadelenin bitişini şöyle ilan ediyordu:

Tüm Türkiye ve dünya kamuoyuna.

Türkiye'de çatışma ve şiddet ortamı, insan hakları ve demokratik gelişmenin önünde engel teşkil etmektedir. Ağırlıklı olarak Kürt sorunundan kaynaklanan şiddet, bunda temel rol oynamaktadır. Çıkmazı aşmak ve sorunların çözüm yolu, şiddete son vermeyi gerektirmektedir. Bu nedenle, PKK'yı, 1 Eylül 1998'den beri tek taraflı yürütmeye çalıştığı ateşkes sürecinden, 1 Eylül 1999'dan itibaren, silahlı mücadeleye son vermeye ve güçlerini, barış için, sınırların dışına çekmeye çağırıyorum. Böylelikle, demokratik çözüm yolunda yeni bir diyalog ve uzlaşma aşamasının gelişeceğine, inancımı belirtiyorum.''

25 Ağustos'ta PKK, 1 Eylül tarihini beklemeden yurtdışına çekilmeye başladığını açıkladı.

Daha net bir açıklama 1 Eylül Dünya Barış Günü'nde Osman Öcalan'la görüşmesinin ardından geldi. Öcalan kardeşi aracılığıyla "Kürtler için ulusal tasfiye ve imha tehlikesinin ortadan kalktı" diyerek "PKK'nın 15 yıllık silahlı mücadeleye son verdiğini, bundan sonra siyasi alanda mücadele edeceklerini" açıklıyordu. Açıklamada PKK'nın adının değiştirilmesinin de içinde olduğu bir açıklık içinde hareket edildiğine vurgu yapılmıştı.

Kıvrıkoğlu'dan Kürt açılımı

17 Ağustos depremini İmralı'da yaşayan ve bir rivayete göre duvarı yıkılan Öcalan deprem mesajında şöyle diyordu: "Bizden kimse kuşku duymamalı. Türk Ordusu, artık silahı bırakıp, Türkiye'nin kalkınması için kazma- kürekle çaba harcayabilir. Olanak tanınırsa, gerillamız da Türk Ordusu ile birlikte depremden etkilenen Marmara'yı, Kürdistan'ı yeniden kurmada kazma- kürekle çalışabilir."

4 Eylül günü basınla bir araya gelen Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu o ünlü "28 Şubat'ın 1000 yıl daha süreceği" açıklaması dışında Kürt meselesiyle ilgili o güne kadar sivillerin bile telaffuz edemediği radikal mesajlar verdi:

''Terör başının da söylediği gibi, silah yoluyla bir yere varamayacaklarını kabul ettiler. Siyasal yoldan çözüm düşünüyorlar. Federasyon da istemiyorlar. İstedikleri bazı kültürel haklardır. Bunların bazıları zaten verilmiştir. Kürtçe gazete ve kasetler serbest. Yasak olmasına rağmen Doğu ve Gürneydoğu Anadolu'da Kürtçe televizyon ve radyo yayınları yapılıyor. 37 il ve ilçede belediyeler HADEP'te. Kimse niye seçildiniz diye karşı çıkmadı. Doğru dürüst çalışıp memlekete hizmet ederlerse kimse birşey demez. Türkiye birçok hakları vermiş zaten ''

İdam konusunda da Meclis'in vereceği karara saygılı olacaklarını söyleyen Kıvrıkoğlu'nun açıklamaları medyada "Kürt sorunu devlet dilini değiştirdi", "Asker Öcalan'la anlaştı" yorumlarına neden olunca 11 Eylül günü Genelkurmay'dan sert bir açıklama geldi. Asker "TSK'nın PKK terör örgütünü muhatap olarak kabul etmesi, onun tekliflerini müzakere etmesi ve bazı tavizler vermesinin kesinlikle söz konusu olmadığını" açıklıyordu.

Boşa geçen altı yıl

Bu açıklamayla barış muhatabını kaybetti. Çözüm süreci karşılıklı korkular ve güvensizlikler yüzünden suya düşmüştü.

Yine de 1998'de ilan edilen ateşkes 2004'e kadar sürdü. PKK sınır dışına çekildi.

1998-2004 arasında silahların sustuğu 6 yılı Türkiye Kürt meselesini unutarak geçirdi. Silah patlamadığına göre Kürtlerin de bir sorunu yoktu. Bu arada ABD Irak'a girmiş, AKP iktidara gelmiş, Kıbrıs sorununda çözüm ve AB tartışmaları siyasi fay hatlarını değiştirmişti.

Artık batıya uzak ulusalcı bir askeri kanat vardı. Bu sırada Öcalan'ın kapısını Ergenekon davasında yargılanan askerler çaldılar…Barış muhatap bulamayınca 2004'te savaş yeniden başladı…

"Kim bu arabulucu" manşetiyle Balıkçı gözaltında

Öcalan ilk ifadesinden itibaren 1998 ateşkesini ilan etmesine neden olan PKK devlet görüşmelerini anlatmıştı. Savcılık ifadesinde Öcalan "Ben Selim Okçuoğlu ile 2 yıldır görüşmekteyim. Arabulucu durumunda idi" demişti. Mahkemede de bu görüşmelerden bahseden Öcalan, bir duruşmada "Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in Mehmet Ağar'ın oğlunun düğününe gitmesi engellendi'' demiş, bir sonraki duruşmada Mahkeme Başkanı Turgut Okyay'ın 'Size bu bilgiyi kim ulaştırdı' sorusuna Öcalan, ''Bir avukat. Selim Okçuoğlu, bilgi kabilinde getirdi'' diyerek ikinci kez isim vermişti.

Okçuoğlu yurtdışına çıkarıldı ama..

Öcalan, 2 Haziran günkü davada mahkemeye arabulucu Selim Okçuoğlu ile aralarında geçen telefon görüşmelerinin zabtını sunmuştu. 3 Haziran günü Hürriyet "Kim bu arabulucu" manşetiyle çıktı. Arabulucuların konuşmasından korkan devletliler harekete geçmişti. Bağımsız yargı harekete geçirildi. Okçuoğlu hakkında "PKK örgütünün propagandasını yaptığı gerekçesiyle, Ankara DGM tarafından 1 yıl, 1 ay ağır hapis cezasına Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından onandı. Aranmaya başlayan Okçuoğlu yurtdışına çıkmayı başardı. Adı bilinmeyen Balıkçı ise bu kadar şanslı değildi. Hürriyet'in manşetinin çıktığı gün alınıp bir hücreye atıldı. Araya girenler oldu ama onu susturmak isteyen irade kararlıydı. Gerisini bir gün o yazacak.

YILDIRAY OĞUR / TARAF GAZETESİ

Yorum Analiz Haberleri

Herkes en iyi bildiği konuda derinleşmelidir
Batı kendi tuzağına düşüyor
Müslüman yeryüzünü ihya etmekle sorumludur
İnsan ve psikoloji
Geçmişten ders çıkarmadan bugünü kurtaramayız