Devletin etnik kimliği

Etyen Mahçupyan

Kürt meselesinde ‘Türk’ tarafının son dönemde en çok sığındığı argüman Kürtlerin ne istediklerini bilmediğiydi. TESEV’in geçen yıl kamuoyuna sunduğu raporlardan biri bu anlamsız tartışmayı sona erdirdi. Çok geniş bir yelpazeden Kürt fikir insanlarının ve temsiliyet gücü olan siyasilerin katıldığı çalışma sonucunda epeyce detaylı bir hak ve özgürlükler listesi ortaya çıktı. Bu yıl ise, çalışma alanı daraltılarak aynı talepler çerçevesinde yapılması gereken hukuki düzenlemeler gündeme getirildi. Medya doğal olarak işin teknik yanıyla, yani somut olarak hangi maddelerin nasıl değiştirilmesi gerektiği ile fazla ilgilenmedi, ama ‘Türklüğe’ ilişkin tesbitin üzerinde ısrarla durdu. TESEV metninden yapılan alıntı şöyle diyordu: “Toplumsal hayatın farklı alanlarını düzenleyen çok sayıda yasada Türk etnik kimliğine referans ve vurgu içeren hükümler yer almaktadır. Bu durum Türkiye toplumunun çoğulcu yapısıyla bağdaşmamakta, Türk etnik kimliğine mensup olmayan Kürt ve diğer vatandaşları dışlamaktadır.” Kısacası söylenen şey, bütün vatandaşların ‘Türk’ olmadığı, dolayısıyla hepsini ‘Türk’ saymanın ayrımcılık olduğuydu, çünkü hak ve özgürlükler ‘Türklüğü’ varsayılan vatandaşlara ihsan edilerek, diğerlerinden esirgenmişti... Dil konusu, yani Kürtçenin kamusal alandaki kullanımına ilişkin kısıtlar bunun çok açık örneği. Dolayısıyla ortada anlaşılamayacak bir durum yok. Türkiye Cumhuriyeti görünüşte herkesi eşit vatandaş sayıp, onlara ‘Türk’ diyor gibi gözükse de, aslında vatandaşlık tahayyülünü tümüyle Türk etnisitesi üzerine oturtmakta.

Kendilerine ‘Türk’ diyenlerin artık yıllarca sürdürülen bu ikili, dolayısıyla kaypak tanımlamayla yüzleşme zamanı gelmiş gözüküyor. Eşitsizliğin giderilmesinin bir yolu diğer kimliklerin de anayasa ve yasalarda zikredilmesi olabilir, ama bununla başa çıkmak pek mümkün değil, çünkü bu topraklarda ‘yetmiş iki buçuk milletin’ epeyce bir bölümü hâlâ yaşıyor. O zaman önünüzde tek bir seçenek kalıyor: Anayasa ve yasalardan ‘Türk’ kelimesini çıkararak, hukuku kimlikten bağımsız hale getirmek. Böylece vatandaşların kimliğinin değil, yasalar karşısındaki konumunun öne çıkmasını hiç olmazsa kâğıt üzerinde garanti etmek...

Ne var ki ‘Türk’ tarafı henüz bu adıma psikolojik olarak hazır değil. Resmî söylem haline gelen önerme esas olarak şu: Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olana ‘Türk’ denir... Bir başka versiyon ise şöyle: Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka ‘Türk’ denir. Ama göstermeye çalışacağım gibi bütün bu önermeler aynı sakıncadan mustarip ve çözüm değil, sorun yaratıyorlar.

Çünkü eğer bu tanımları ‘doğru’ olarak ele alırsak, devletin kişiden ve toplumdan önce geldiğini varsaymamız gerekiyor. Önce bir Türkiye Cumhuriyeti devleti olacak ki, insanlar ona vatandaşlık bağıyla bağlandıkları zaman ‘Türk’ olabilsinler. Veya kurulan devlet ancak Türkiye Cumhuriyeti olacak ki, onu kuranlara ‘Türk’ diyebilelim. Kısacası devlet yokken veya halk henüz eyleme geçmemişken bu insanlara ‘Türk’ diyemiyoruz. Aslında onlar kimliksiz bir yığın. Hatta hangi devleti kuracaklarına bağlı olarak farklı kimlikler alabilecek bir kitle. Bu yaklaşımın ‘Türklüğü’ etnik bağlamdan çıkartarak eşitlikçi bir konuma oturttuğu düşünülebilir. Ama ne yazık ki ortada bir pürüz var: Eğer bu kitlenin bir kimliği yoksa, kurulacak cumhuriyetin adı neden ‘Türkiye’? Görülüyor ki Türklük aslında bir devlet kimliği ve vatandaşlık da devletin tanımladığı kimliğe uygun düşenlere verilen bir hak. Diğerleri ise ‘Türk’ değil... Ve bunun nedeni kendi kimlikleri değil, bizzat Türklüğün ayrımcı bir devlet kimliği olarak sabitleşmesi.

Bu açmazdan kurtulmak için şöyle bir muhakeme de öne sürülebilir: Türkiye devleti ile Türk vatandaşı aynı anda doğmuştur ve aynı tanımlamanın iki yüzüdür. Ancak burada da karşımızda kaçınılmaz bir başka soru var: Özne kim? Yani hem devleti hem de vatandaşı aynı anda ‘doğuran’ iradenin sahibi kim? Bunun tek anlamlı yanıtı ‘Anadolu halkı’ olabilir. Bu bakış bizi mantıksaldan ziyade, tarihsel alana götürür ve içinde Türkler olmakla birlikte, Anadolu halkının sırf Türklerden oluşmadığını teslim etmek zorunda kalırız. Böylece iki önemli tesbit yapılmış olur: Birincisi Türklüğün etnik bir kimlik olduğu, ikincisi ise Anadolu’nun kimlikler açısından çoğul bir yapıya sahip olduğu.

Bu noktadan ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne geçmek için ise kabaca iki yol bulunmakta: Ya Türk olmayanları da bir Türk devletine razı edeceksiniz, ya da onları Anadolu’dan süreceksiniz. İkinci yolun seçildiğini herkes biliyor ve bu yol zaten Türklüğü devlet öncesi bir etnisite olarak tescil ederek, çoğulcu bir toplumda vatandaşlık kurma konusunda aciz bırakıyor. Nitekim Süryanilerin, Rumların ve Ermenilerin bir biçimde yok edilmelerini sağlayan, sonraki dönemde Kürtler üzerinde baskı kuran rejimin etnik sıfatı konusunda herhalde hiçbir kuşkumuz bulunmuyor.

Sonuç olarak Türk kimliği bir devlet öncesi etnisite olarak yola çıkıp, devlet üzerinden kendisini tescil etmiş gözüküyor. Vatandaşların Türk olması bahsi ise, sırf âdet yerini bulsun, ‘modern’ bir ülke olunsun diye katlanılan bir külfet... Gerçekte Türklüğün Türklere, Türk devletinin ise Türk vatandaşlarına ihtiyacı yok. Devletin ‘Türk’ saymadıklarının ise, kendilerine ne derlerse desinler, eşit vatandaş olma ihtimali bulunmuyor ve dolayısıyla ‘Türk’ kelimesinin kullanıldığı her yasa maddesi aslında bir ayrımcılığı deşifre ediyor.

Böylece anayasa ve yasalardan ‘Türk’ sözcüğünün çıkartılması önermesi ile karşılaşmak durumunda kalıyoruz. Bu bir çözüm... Ve işin tarihsel boyutunu düşündüğümüzde artık tek çözüm. Eğer sadece mantıksal açıdan sorun yaşıyor olsaydık bir çözüm daha vardı: Devletin adını değiştirmek, yani ‘Türkiye’ dememek ve ‘Türk’ kelimesini de etnisiteleri kuşatan anonim bir vatandaşlık tanımı olarak kullanmak. Ama Türklüğü arkasına alarak yapılan bunca sistematik zulüm ve cinayetten sonra artık böyle bir ihtimal kalmadı.

Dolayısıyla TESEV raporunu açık zihinle okumakta ve bilinçsizce sahiplendiğimiz imtiyazların başkalarının hayatını ne hale getirdiğini anlamaya çalışmakta yarar var...

TARAF