Büyük sorunların çözümü kurumları da değiştirir. Çünkü kurumların varlık sebebi sorunları çözmektir.
Kendisi soruna dönüşen kurum önce sorun olmaktan çıkacak, sonra dönüşüme uğrayarak sorunlarla baş edecek bir donanıma kavuşacaktır. Kürt sorununu çözdükten sonra devlet, artık eski devlet olmayacak. Anayasa'mızın üçüncü maddesinde yazılı devletin değişmez esaslarından bahsetmiyorum. Devletin terazideki ağırlığından, işgal ettiği alandan, çevikliğinden, zekâsından ve diğer bilumum yeteneklerinden bahsediyorum.
Bugün kafamızda yaşattığımız devlet, eski zamanlarda yaratılmış modern çağla birlikte iyice gelişmiş bir canavardan başka bir şey değil. Devleti Tanrı değil, biz yarattık. Tanzimat ricalinden Mehmet Sadık Rıfat Paşa'nın 1837 tarihli "Halk hükümetler için mevzu olmayıp, belki hükümetler halk için mahlûktur." sözü, "halkın devlet için değil, devletin halk için yaratıldığı" anlamına geliyor. "Canavar" sözünü rastgele kullanmıyorum. Devlet yerine kullanılan "mülk" kelimesi, Arapçaya İbraniceden geçme. Kökenindeki anlamlardan biri de "tek başına yaşayan bir canavar".
Demokratikleşme açılımı yolun başında derin bir tartışmadan geçiyor. Bu tartışma, sorunun "devlet merkezli" veya "toplum merkezli" çözümleri etrafında sürüyor. Kürt sorununu çözmek için devleti mi, yoksa toplumu mu referans alacaksınız? Çözümü devlette mi, yoksa toplumda mı arayacaksınız? Biraz daha açalım. Devletin temel örgütlenme biçimini, kurumlarını ve kurumların dayandığı prensipleri, egemenliğin kullanımını yeniden tasarlayarak mı sorunu çözeceğiz? Oradan topluma sorunun çözümüne dair bir yol mu göstereceğiz? Yoksa toplumun kendi sorun çözme biçimini kurallara bağlayıp devleti bu kuralları uygulamakla mı görevlendireceğiz? Üniter devlet-federatif devlet tartışmaları birincisine; millî kimlik-etnik kimlik (veya demokratik Kürt ulusu) tartışmaları ikincisine dayanıyor. İkisi de bir çözümü arıyor ama yöntem dolayısıyla varılacak nokta çok farklı. Birincisi devlet düzeyinde kotarılan bir çözüme toplumun uymasını beklemek; ikincisi ise toplumda oluşan mutabakatı önce bir siyasî iradeye ve nihayetinde devletin uygulayıp gözeteceği bir düzene dönüştürmek.
Kürt sorununu tartışırken birdenbire hortlayan "kamusal alan" tartışması, işin can alıcı noktasını gösteriyor. "Kamusal alan" lâfı, devletten topluma veya tersine toplumdan devlete uzanan çizgi arasındaki farkı göstermek açısından da kilit bir kavram.
Hem MHP, hem de CHP Türkçe dışında bir dilin "kamusal alan"a taşınmasına izin vermeyeceklerini söylüyorlar. "Kamusal alan" kime ait? Devlete mi, yoksa topluma mı? Doğru cevap şu: Devlet topluma ait olduğuna göre, kamusal alan da toplumun alanı. Özel hayatımızın dışındaki bütün alanlar, yani toplumsal ilişkileri yürüttüğümüz alanlar kamusal alanı meydana getiriyor. Kürt sorunu özünde bir Kürtçe sorunu. 25 yılımıza ve 40 bin insanın hayatına mal olan şiddetin sebebi de Kürtçeye getirilen yasaktı. Şimdi Türkçe dışındaki dillerin kamusal alana girişine yasak getirilmesi, dili yasaklama iktidarına sahip devasa bir devleti çözüm olarak önümüze koymuyor mu?
Devlet, toplumu barış içinde bir arada yaşatmak ve ortaya çıkan sorunları ortak iradeyi işleterek çözmek için var. Ulus-devletlerden önce devletlerin geri çekildiği, mütevazî sınırlara döndüğü bir çağı yaşıyoruz. Soğuk Savaş döneminin devletlerine özlem duymak, hiçbir işe yaramayan bir nostaljiden ibaret. Artık sorunları devletler değil, biz çözüyoruz. Devlet cihazı da bizim bulduğumuz çözümü uygulamakla görevli. Bugün "devlet kurumları arasındaki mutabakat" devletin geri çekilmesi ve çözümü topluma bırakması anlamına geliyor.
Devleti değil toplumu merkez alarak her şeyi yeni baştan düşünmemiz lâzım.