İşadamı İshak Alaton’un, İsrail’in yardım gemisine saldırısını “Yahudi zekasına hakaret” olarak değerlendirdiğinde aklıma geldi.
Bir Filipinli, üç Türk, iki Japon ve bir de Çinli (fıkra gibi oldu, ama öyleydi), 98 senesinde Amerika’da yolculuk esnasında sohbet ediyoruz. Bir ara Çinli öğrenci “biz doğulular Amerikalılar gibi değiliz, biz daha zekiyiz” deyince itiraz ettim. “Aptal Amerikalı”nın bir “stereotype” olduğunu, “bizim” daha zeki olmadığımızı anlatmaya çalıştım. Diğer yolculardan ikisi de bana destek verince, bizim öğrenci şaşırdı. Söylediklerinin doğru olduğuna, bizim nezaketen farklı konuştuğumuza o kadar inanıyordu ki, hayretle, “şu an aramızda hiç Amerikalı yok ki, niye böyle konuşuyorsunuz?” deyiverdi.
Ona bunu düşündürten neydi? Belki çevresine bakıyor, örneğin matematikte herkesten başarılı Hintli öğrencileri görüyor ve Doğuluların zeki oldukları hükmüne varıyordu. Gerçekten de ortada bir başarı veya taktir edilen bir “zeka” vardı. Ama bunun nedeni, tutunmaya çalışan Hintli öğrencinin “zeki” olmak zorunda olduğu kadar, Teksaslı orta sınıf Amerikalı öğrencinin olmamasıydı.
***
Alaton hiç kuşkusuz “Yahudi zekası”ndan bahsederken bir algıdan söz ediyor.
Uzun zaman Yahudiler için de geçerli olan ve zorunlu olarak “zeka” üreten koşullar artık değişti. En azından İsrail’dekiler için. Horlanan ve tutunmaya çalışanlar devletleştiğinde, “zekayı geliştiren” temel bir motivasyon da kayboldu. Pogrom ve etnik temizlik yapan egemenlerden Damdaki Kemancı’nın, saldırganı yerin dibine sokan bakışlarını ve hikmetli sözlerini beklememek gerekiyor. Her toplum ve her devlet için böyledir bu. Devlet zekayı köreltir. Zorunlu kamusal eğitime daha fazla maruz kalanlarla, okul ortamında uzun süre bulunanlarda kalıcı görme ve anlama bozuklukları olur. Bu eğitimle kronikleşen milliyetçilik düşünme fonksiyonuna zarar verir, ırkçılık ise öldürür.
Haksızlık yapan, vicdanların sesini bastırmak istediğinde, buna kendisininkinden başlar. Hakikati görmemek için düşünmemeye ve akletmemeye çalışır. Bütün bunlar bir araya geldiğinde ise ortaya Ayalon ve Liberman tarzı vicdan ve zeka yoksunu siyaset çıkar. Hani elçiyi aşağıya oturtmak ile aşağılamak arasındaki “deha ürünü” bağlantıyı kuran siyaset. Başka insanların daha akıllı olabilme ihtimalini düşünemeyen bir çocuğun yapacağı tarzda, “anlamayan olabilir, bir de ne yaptığımızı altyazılı verelim” diye bunu kamera önünde bunu dile getiren siyaset. Yardım gemisindeki barış güvercinlerini kana bulama emrini veren İsrail yönetimi, dar vicdanlı ve dar görüşlü bakıyor, çıkarını yanlış tanımlıyor ve o yanlış tanımladığı çıkara dahi hizmet edecek biçimde davranamıyorsa, nedenini burada aramalı.
Tatlı yerinde bırakmak ve otoriteye itaat etmek
Başbakan Erdoğan, Gazze olayında abidevi bir duruş sergiledi. Ahlaktan, adaletten ve basiretli politikadan yana doğru bir yerde durdu. Dahası, ezilen Filistinlilerin hakkını savunurken, aynı anda “antisemitizm bir insanlık suçudur” demeyi başardı. Böylece, devasa öfkeyi, Yahudi düşmanlığına değil ırkçılıkla mücadeleye kanalize etti. Ama tatlı yerinde bırakmalı. Birileri hazır böyle bir rüzgar yakalamışken değerlendirmek gerektiğini fısıldıyor olabilir. Oysa söz çoğaldıkça “marjinal fayda”sı azalıyor, ilk tepkinin sahiciliği meydanlardaki tekrarlarla zedeleniyor; mesajın etkisi de zayıflıyor.
***
Fethullah Hoca’nın, yardım konvoyunun İsrail’den izin almamasını “otoriteye başkaldırı” olarak yorumlaması çok haksız. İsrail izin verseydi böyle bir enternasyonal yardım filosuna gerek kalır mıydı?
Vermeyince yapmamak mı gerekirdi? Hem hangi otorite? Katliam uluslararası sularda yapıldı; dolayısıyla ortada bir işlenmiş bir “başkaldırı suçu” bile yok. Ayrıca yardım gönüllüleri İsrail karasularına girmiş olsalardı, bu bir sivil itaatsizlik eylemi olacaktı ki, bu durumda da eylemin isabetsizliğini tartışmak, öncelikle ihlalcinin açıkça kınanmasını gerektirirdi. Yoksa cinayeti kınamak için de mi katilden izin alacağız?
STAR