“Devlet Ne Derse O” mu?

Yıldıray Oğur gündemdeki “güncelleme” tartışmasına değindiği yazısında dini alanda ortaya çıkan farklı yaklaşım ve görüşlerin devlet tarafından denetim altına alınması türünden otoriter çağrıların içerdiği tehlikeye dikkat çekiyor.

Yıldıray Oğur’un Karar’daki köşesinde yayınlanan bugünkü yazısını ilginize sunuyoruz:

Tarihsel Bağlam Değiştikçe

28 Şubat 1997’de Refah Partisi’ni iktidardan düşürecek post-modern darbe sürecini başlatan ünlü MGK toplantısından sadece altı gün önce İstanbul’da Refah Partili Büyükşehir Belediyesi’nin organizasyonuyla uluslararası büyük bir konferans başlamıştı: “İslam ve Modernizm: Fazlur Rahman Tecrübesi Konferansı”

İktidar gücüyle, tankla, polisle, mahkemeyle, jakoben yöntemlerle tepeden meseleleri çözmeye alışmış, toplumun iç dinamiklerini, sosyal değişimleri, fikri tartışmaları okumak gibi zahmetli işlere pek vakti olmayan laik devlet erki için muhtemelen toplantı başlığındaki “Fazlur Rahman” adı “bir başka irticai faaliyet”ten fazlası değildi.

Halbuki iki günlük bu konferansta konuşulanlar, onların üzerine tank sürdüğü, muhafazakarların ise yıllardır tartıştığı meseleler hakkındaydı.

Ama 90’lardan itibaren artan bir ivmeyle İslam’ın ve Müslümanların modernleşme ve demokrasi ile birlikteliğini tartışan muhafazakar entelektüeller için bile bunu Fazlur Rahman üzerinden konuşmak cesur bir girişimdi.

Fazlur Rahman, 19. Yüzyılın sonlarından itibaren İslam dünyasında başlayan ıslah, ihya, tecdid hareketleri içinden gelmiş, Muhammed İkbal’in çizgisini izleyen, 60’larda Pakistan’da İslami Araştırmalar Enstitüsü Müdürlüğü ve Cumhurbaşkanı Eyyüp Han’ın İslami konulardaki danışmanlığını yapmış bir isimdi. Ama bu sıralarda yazdığı Islamic Methology in History kitabında  önerdiği Kuran’ı  anlamda tarihselci yöntem ama özellikle de  İslam adlı kitabında Miraç hadisesiyle ilgili yaptığı yorum Pakistan’daki geleneksel İslami cemaatleri ayağa kaldırmış, başına ödül konmuş, 1968’de Pakistan’ı terk etmek zorunda kalmıştı.

O da ABD’ye Chicago Üniversitesi’ne gitti ve  ömrünün sonuna kadar orada ders verdi, üniversite camisinde öğrencilere imamlık yaptı

Fazlur Rahman’ın tarihselciliği, Kuran’ı doğru anlamak için indiği tarihsel konjonktürü dikkate almak, o günkü kültürel ve toplumsal yapıyı iyi bilmek ve ayetlerin nüzul (iniş) sebeplerini de düşünmek gerektiğini söylüyordu.

Bugünkü meselelerle ilgili içtihad yapmak için de, ayetin çözdüğü özel sorunla ya da koyduğu özel bir meseleyle ilgili hükümle vermek istediği manayı anlamak, oradan bir ahlaki ve toplumsal ilkeye ulaşmak ve bugünkü meselelerin çözümünde o manayı ve ilkeyi gözetmek diye özetlenebilecek bir yol öneriyordu. (Mustafa Öztürk hocam hata ettiysem beni affedin)

Hala üzerinde hararetli tartışmalar olan bir yöntemden bahsediyoruz. 1988’de vefat eden Fazlur Rahman’ın daha önce bir aylığına geldiği Türkiye’de verdiği konferanslarına bile ilahiyatçılar çekinerek gitmişlerdi.

1997’de Fazlur Rahman adına konferans düzenlemeye cesaret eden İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Dairesi’nin uluslararası konferansının arkasındaki iki isim Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanı Prof. Dr. Mehmet Aydın ve büyükşehire danışmanlık da yapan yazar Ali Bulaç’tı.

Onlar dışında, yurtdışından gelen akademisyenlerle birlikte Hayrettin Karaman, Mehmet Bayraktar, İlber Ortaylı, Fazlur Rahman’ın yakın öğrencilerinden Alparslan Açıkgenç, İlham Güler, Hayri Kırbaşoğlu,  Fatma Bostan Ünsal, Hidayet Şefkatli Tuksal, o günlerde akademisyen olan Yasin Aktay, Ömer Çelik gibi isimler de tebliğler sunmuşlar, tebliğler Büyükşekir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı tarafından kitap olarak yayınlanmıştı.

Kitabın girişindeki sunuş yazısı ise İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan imzalıydı:

“Bir bilim adamı ve düşünürün bu seviyede tartışma konusu olmasının bazı sebepleri var. Bu sebepler arasında tefekkür ve düşüncenin tabiatı yanında, İslam dünyasının modern dünya ile ilişkilerinde alacağı şeklin belirlenmesinde Fazlur Rahman’ın ortaya atıp savunduğu fikir ve tezlerin çok önemli olması konusu da önemlidir. Çünkü Fazlur Rahman, her ne kadar din ve felsefenin ağır ve karmaşık teolojik ve spekülatif meseleleriyle uğraşmışsa dahi, onun asıl amacı bugünkü İslam dünyası için aktüel ve pratik sonuçlar çıkaracak bir çalışmanın somut örneklerini vermektir. Bir başka deyişe Fazlur Rahman’ın önerdiği ve tartışılmasını istediği bir ‘proje’si vardır. İşte bizim İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak, Fazlur Rahman’ı eksen alan İslam ve Modernizm adlı uluslararası bir sempozyum düzenlememizin sebebi, bu projeyi tartışmaya değer bulmamız ve bunun gelecekte çok daha büyük bir önem kazanacağına olan inancımızdır.”

O gelecek yakın bir zamanda geldi.

Erdoğan, bu kitabın yayınlanmasından bir kaç ay sonra Siirt’te okuduğu bir şiir yüzünden “halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçu”ndan 10 ay hapis cezası aldı.  Ama 2001 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurarken yakalanan reformcu, liberal dil, “muhafazakar demokrat” sentez Fazlur Rahman’ın modernleşme ve İslam arasında kurmaya çalıştığı senteze benziyordu.

AK Parti’nin Diyanet’ten sorumlu ilk bakanın Fazlur Rahman’ın “İslam” kitabını Türkçe’ye çeviren ve tarihselci görüşe yakınlığıyla bilinen Prof. Dr. Mehmet Aydın olması, AK Parti iktidarında yedi yıl boyunca Diyanet İşleri Başkanlığı yapan Prof. Dr Ali Bardakoğlu’nun ve ardından bu göreve gelen Prof. Dr. Mehmet Görmez’in de bu ıslah, tecdid, ihya geleneğinden gelmesi de herhalde tesadüf değildi.

Ak Parti, daha geniş kalabalıklara seslenmek için kurulurken, demokrasi, özgürlükler, insan hakları alanlarında reformlar yaparken  ve açılım politikaları yürütürken bu yenilikçi ve reformcu siyasi programa uyumlu bir İslami çizgi baskındı ve bu çizgiye yakın din adamları ön plandaydı. Hatta 2011 yılında Arap Baharı sonrası Mısır’a giden Başbakan Erdoğan, Müslüman Kardeşlere de dinsizlik demek olmayan laiklik tavsiye etmişti.

Fakat, 2013-2014 sonrası iktidarın gücü tek başına konsolide etmesi, özgüveninin artmasıyla aynı zamanlarda peş peşe yaşanan travmalarla birlikte  yaşanan içe kapanmayla ilk kuruluş dönemindeki bu İslami anlayışla doku uyuşmazlığı başladı ve bu doku uyumsuzluğu iki Diyanet İşleri Başkanı’nın görevden alınmasında etkili oldu.

Artık yeni duruma uygun olarak moderniteyle İslam’ın birlikte nasıl yaşayacağı gibi meseleleri olmayan, kendi sözünü söylemek isteyen, artık güç elde olduğu ve gözetecek denge kalmadığı için de İslam’ın hükümlerinin tam olarak uygulanmasını savunan medrese kökenli gelenekçi din adamları ön plana çıkmaya başladı. Bu din adamlarının pek çoğunun en şiddetle aleyhine reddiyeler yazdığı ismin Fazlur Rahman olduğunu tahmin etmek herhalde zor değil.

Fakat, siyasi konularda iktidarın politikalarına tam bir destek veren bu gelenekçi alimler, iktidarda olmanın rahatlığıyla  fıkhı meselelerde gelenekçi görüşleri daha rahat bir şekilde dillendirmeye başladılar.

Ama bir noktadan sonra karşılarında sadece laikleri değil, bu 15 yıllık AK Parti iktidarında ortaya çıkan yeni dindar şehirli eğitimli orta sınıfı da buldular. Özellikle de her gün sitelerde, plazalarda bindikleri asansöre dahi karışılmasından, yıllarca girmek için laik devlete karşı mücadele ettikleri üniversitelere erkeklerle birlikte gitmelerine bile laf edilmesinden rahatsız olan dindar şehirli, eğitimli kadınları.

Tabii bir de “Emri bil maruf neyhi anil münker” emri yerine asansör, evlilik yorgan meselelerindeki fıkhi hükümlere yoğunlaştıkları için, hem siyasi konjonktürün seçime doğru değiştiğinin farkına varamadılar, hem de İslam’ın temel hükümlerinden olan adalet ile ilgili görmezlikten geldikleri bütün sorunlar onların da karşısına çıktı.

Bir sohbeti nedeniyle Nurettin Yıldız hakkında, son zamanlarda yüzlerce kişinin tutuklanmasına veya soruşturulmasına neden olmuş “halkı kin ve nefrete sevketmek”ten soruşturma açıldı.

Ardından yaşananlar ise din ve devlet arasında Bizans’tan beri değişmeyenlerin tekrarından ibaret. “Gerçek din”in sınırlarını çizen devlet, göreve hazır oldukları bildiren İlahiyat Fakülteleri,  çarpık ve sapkın ilan edilen dini yorumlar.

Devletin dinin yorumlarına el koymasından, bazı din adamları hakkında soruşturma açılmasından en çok memnun olanların otoriterleşmeden, fikir özgürlüğünün olmamasından en çok şikayet eden  laik çevreler olması, Türkiye’de herkesin rüyalarını toplumu strelize eden, kötülükleri ortadan kaldıran jakoben bir devletin süslediğini göstermesi açısından dikkate değer.

Ama hoşumuza gitsin gitmesin, sevelim sevmeyelim, aramızda yürütmemiz gereken tartışmalara, müzakerelere, özellikle de din alanında yüzlerce yıllık geleneklerin, yorumların tarafı olduğu tartışmalara devletin polisleriyle, savcılarıyla, memurlarıyla girmesinden hiç kimseye bir fayda gelmeyeceği gibi, kimse de çıkacak sonuçtan ikna olmayacak, sağduyunun ortaya çıkması da biraz daha ertelenmiş olacak.

Ayrıca bir müçtehidin önüne bir mesele geldiğinde içtihat yaparken bakacağı yerlerden birinin devletin politikaları olduğu hiçbir kaynakta yazmıyor.

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!