Devlet-İmralı Görüşmelerinin Mahiyeti

Özgür-Der Diyarbakır Şubesi Başkanı Serdar Bülent Yılmaz, “Devlet-İmralı görüşmesi”ni değerlendirdi.

Islah-Haber, en üst düzeyde gerçekleştiği kamuoyuna yansıyan ve basında hala da tartışılmakta olan Devlet-İmralı görüşmesinin önemi, mahiyeti ve muhtemel sonuçlarıyla ilgili olarak Özgür-Der Diyarbakır Şubesi Başkanı Av. Serdar Bülent Yılmaz ile bir röportaj gerçekleştirdi.

***

AMERİKA’YI YENİDEN KEŞFETMEYE GEREK YOK!

Devlet-İmralı arasında görüşmelerin söz konusu olduğu bilgisi devletin üst düzey yetkilileri tarafından teyit edildi. Görüşmelere MİT Başkanı Hakan Fidan’ın da bizzat iştirak ettiği söyleniyor. Basında da öne çıkan bu gelişmeyle ilgili olarak öncelikle genel anlamda neler söylemek istersiniz?

Silahlı grupların silah bırakması ve çatışma ortamının ortadan kaldırılmasına dönük girişimler tek taraflı olarak yürütüldüğünde dünyanın her yerinde başarısızlığa uğramıştır. Karşılıklı yapılan görüşme ve anlaşmalarsa başarılı olmuştur.

Dolayısıyla Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok! Türkiye 30 küsur yıldır “düşük yoğunluklu savaş” adı verilen çatışmalı bir dönem yaşıyor. Bugüne kadar yaklaşık 50 bin insan öldü, yaklaşık 4 milyon insan yerinden oldu, 4 bine yakın köy yakıldı veya boşaltıldı, 16 bine varan kayıp insan söz konusu… Tüm bunlar beraberinde etkili sosyal sorun ve sonuçlar doğurdu.

Böylesi bir süreçten sonra hala örgütü tasfiye etmeye yönelik güvenlik merkezli tek taraflı bir politikanın tutmayacağını Türkiye’de aklı başında hemen hemen her insanın artık gördüğü bir gerçekliktir. Ak Parti hükümeti de aslında bunun farkında. Son iki yıldır süre gelen, özellikle de Silvan saldırısından sonra yoğunlaşan hükümetin silahlı örgütü tasfiye etme yönündeki söylemlerinin ben geçici olduğunu ve bu geçici tavrın sadece Türkiye kamuoyunu hem bu günlere hazırlamak hem de örgütü masaya oturmaya zorlamak gibi amaçlar güttüğünü düşünüyorum.

GÖRÜŞMELER UMUT VERİCİ

Biz biliyoruz ki, hükümet uzun zamandır örgütle silah bırakma üzerine görüşmeler yapıyor. İmralı ile de, Kandil ile de görüşmeler yapıyor. Özellikle BDP’nin muhatap olarak Kandil ve İmralı’yı işaret etmesinden, bu işin siyasetçilerle görüşülerek çözüme kavuşturulmayacağı zaten anlaşılmış bir şey. Çünkü -sivil toplum örgütlerinin de hep öne çıkarmak istediği- BDP’nin bu muhataplığı gerçekleştirecek temyiz kudretine sahip olmadığı görüldü. Bugüne kadar kamuoyundan gizlenilerek sürdürülen, Oslo sürecinin basına sızmasıyla kesinleştiğini bildiğimiz bu süreç, şimdi itibariyle biraz daha açıktan, daha şeffaf şekilde yürütülüyor. Bu da doğrusu umut verici… Çünkü açıktan yürütülen görüşmelerin provokasyona uğrama ihtimali daha güçtür. Tarafların kartlarını açık oynadıkları bu tür görüşmelerde yapılabilecek provokasyonlar, sansasyonel girişimler başarısız olacaktır. Olduğu takdirde de bunlar halkın önünde rahatlıkla mahkûm edilebilecektir. Dolayısıyla gelinen bu noktayı; yani görüşmelerin şeffaf, daha yoğunluklu ve üst düzeyde sürdürülmesini makul görüyorum. Makul görmenin de ötesinde umutla bakıyorum.

KENDİ SEÇMENİNİN VE TÜRKİYE’NİN BDP’DEN BEKLENTİSİ BU DEĞİL

Gülten Kışanık’ın konuyla ilgili bir değerlendirmesi oldu. BDP kanadından yapılan bu ilk değerlendirmede “Tek kaynaklı bilgi… İkinci bir kaynağa doğrulatma şansımız yok. Dolayısıyla inanmamız için de bir gerekçe yok.” deniliyordu. BDP’nin bu gelişme karşısında edindiği tutumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

BDP şaşkın ördek. İnisiyatifi olmadığı için talimatla hareket eden, talimatla politika belirleyen, talimatla yürüyen ve bu talimatla yürütülen vesayet sistemini de son derece kanıksamış bir siyasi parti olarak Gülten Kışanak’ın bu açıklamasını ben doğrusu normal karşılıyorum. Çünkü inisiyatifi bırakmış, rol almaktan kaçınan böyle bir partiden başka türlü bir tavır beklemek zaten mümkün değil. BDP tavrını ne zaman netleştirir? Öcalan talimat verir ve Kandil ne zaman ki “Biz görüşmeler yapıyoruz ve bu görüşmelerden memnunuz ve siz de bu görüşmeleri destekleyin.” derse BDP o zaman bu görüşmeleri destekler. O açıdan ben BDP’nin açıklamalarının ciddiye alınmaması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü BDP bugüne kadar sürecin etkisiz elemanıdır. Mecliste niçin bulunduklarını henüz anlamış değilim. Kendilerinin anladıklarını da zannetmiyorum. Çünkü bu konuda tamamen sürecin kendilerini yönlendirdiği şekilde hareket etmişlerdir. Yani Kandil veya İmralı bir konuya işaret etmişse o konuda konuşmuşlardır. İşler bozulmuşsa örgütün en şahin kanadından daha şahin bir kanada dönüşmüşlerdir. Örgüt, “Barıştan bahsedin.” dediğinde de her biri bir barış güvercini kesilmiştir. Dolayısıyla BDP’nin tavrı tamamen örgütün tavrına bağlıdır. Örgüt de anladığım kadarıyla BDP’yi ciddiye alıp henüz kendisine bilgi vermemiş. Yani sadece hükümetin veya devletin değil ben örgütün dahi artık BDP’yi ciddiye almadığını düşünüyorum. Bu vesayet sistemi BDP üzerinde sürdükçe, BDP barış sürecine, olası bir silah bırakma ya da çatışmasızlık ortamını oluşturma sürecine hiçbir katkı sunamaz diye düşünüyorum.

Seçmenin de Türkiye halkının da BDP’den beklentisi, sürece biraz daha bağımsız bir kimlikle müdahil olup gerek Kürt sorununun çözümü gerekse de çatışma ortamının sona erdirilmesi için örgütle ters düşme pahasına daha fazla risk alıp daha fazla sorumluluk üstlenmesidir. Şayet böyle bir tavır içine girerse hem daha fazla ciddiye alınıp sahici bir muhataba dönüşecek hem de barış sürecine katkı sunacaktır.

BAŞARININ ÖLÇÜSÜ ALINAN OY SAYISI DEĞİL, ÇÖZÜME YAPILAN KATKI ORANIDIR

Hilal Kaplan’ın Yeni Şafak’ta konuyla ilgili “Muhatap Ak Parti’dir” başlıklı yazısında da bu sözünü ettiğiniz tutarsızlığa dikkat çekilerek BDP’nin muhataplıkta İmralı’ya gönderme yaptığını ancak bu gerçekleşince takındığı tutumun anlaşılmaz olduğu söyleniyordu. BDP, muhataplarının Ak Parti ve dolayısıyla devlet olduğunun farkında mı?

Yani dediğim gibi BDP ne yaptığını bilen bir parti değildir. BDP, klasik Ak Parti düşmanlığı üzerinden bölgesel politika yapma hesaplarını sürdürüyor. Bunda başarılı oldular, Ak Parti’nin bölgedeki oylarını daha da erittiler. Şimdi kamuoyu yoklamalarına bakılırken Ak Parti’nin bölgedeki oy oranının geçen seçimin oldukça altında seyrettiği görülüyor. Ve bunu sürdürüyorlar. Fakat burada bir perspektif sorunu olduğunu görmüyorlar. Yani bölgenin tamamının oyunu alsanız bile bu savaş sürdüğü müddetçe sonuçta buna başarı denemez. Herkes BDP’nin başarısını aldığı oy oranı üzerinden değil, barışa olan katkı oranı üzerinden hesaplayacaktır.

O klasik klişe politika sürdürülüyor. Çünkü BDP, bu oy artışının büyüsüne kapılmış durumda. Kendisine bu konuda örgüt tarafından bilgi sunulmadığı için -ki bunu kendileri de söylüyorlar- doğal olarak meseleye “Evet, olsaydı iyi olurdu. Bu tip görüşmelerin yapılması gereklidir.” gibi bir şey dahi söyleyemiyorlar. O açıdan Hilal Kaplan haklı.

BDP’ye şunu hatırlatmak lazım: Barış görüşmesi yapacaksanız bunun muhatabı Ak Parti’dir. Başka muhatap yoktur. Türkiye’de bu sorunu görüşebileceğiniz başkaca herhangi bir kesim yok. Bence BDP’nin Hilal Kaplan’ın da belirttiği bu gerçekliği anlaması ve kabul etmesi lazım. Bu klişe söylemden vazgeçip barış sürecine katkı sunmalı diye düşünüyorum.

DAĞDA KALMA MOTİVASYONU ARTIK SÖZ KONUSU DEĞİL

Görüşmenin detayları ve amaçlarıyla ilgili olarak da basında dolaşan çeşitli iddialar mevcut. Başbakan’ın danışmanlarından biri olan Yalçın Akdoğan ve Bugün gazetesi yazarlarından Ahmet Taşgetiren amacın örgüte silah bıraktırılması olduğunu söylüyorlar. Görüşmenin amacı örgüte silah bıraktırmak mı? Radikal’den Deniz Zeyrek de bu iddiayı bir adım daha ileri götürerek yönteme ilişkin detaylara da vakıf olduğunu belirtmiş. Buna göre ilk etapta örgütün Irak Kürdistanı’na yönlendirilmesi ve sonrasında da silah bırakması öngörülüyor. Bu iddialarla ilgili olarak sizin değerlendirmeniz nedir?

Öncelikle şunu söylemek isterim: Bu tip bölgeselleşmiş hatta yer yer küreselleşmiş sorunların çözümünün elbette evvelemirde muhatapları, çatışan grupla ilgili devlet olmakla birlikte bir de konuya müdahil olmuş bölgesel veya küresel güçler de bu konunun gizli ya da açık aktörleridirler.

Hatırlanacaktır; Öcalan yakalandıktan hemen sonra yaptığı açıklamalarda örgüte defalarca artık silah bırakma zamanının geldiğini ve hazırlıkların da buna göre yapılmasının icap ettiğini söylemiştir. Bunu daha sonra PKK’nin üst düzey komutanları da defalarca tekrar ettiler. Kürt sorununda atılmış olan olumlu adımlara ve siyaset dışında silahla almayı zorunlu kılacak hiçbir talep ya da madde kalmamasına rağmen bugüne kadar silahsızlanma sürecinin sonuçlanmamış olması düşündürücüdür. Geriye kalan bütün talepler kesinlikle siyaset sonucunda elde edilebilecek olan taleplerdir. Örgüt ayrı bir devlet kurma iddiasını uzun bir zamandır zaten bırakmış durumda. Dolayısıyla silahın anlamsızlaştığı bir süreçte bu kadar kişiyi dağda tutmanın, bu kadar insanın ölmesinin hiçbir karşılığının olmadığını aklı başında olan herkes bilir. Çünkü örgüt “Biz Türkleri Kürdistan’dan kovacağız. Türk ordusu, işgal kuvvetidir. Bunlar gidinceye kadar mücadelemiz sürecektir.” gibi bir retoriği bugüne kadar benimsememiştir. Özellikle de son yıllarda buna dair hiçbir söylemi söz konusu değildir.

Hal böyle olunca silah bırakmak zaten örgüt için normal şartlarda gerekli ve hatta gerek dağda gerekse de kentte olan insanlardan “Niçin hala dağdayız?” sorusunu soranlar olmuş/olmaktadır. Dağda kalma motivasyonu da artık söz konusu değil.

ÇÖZÜMÜN ÖNÜNÜ TIKAYAN FAKTÖRLER

Peki, o halde buna rağmen niçin hala bırakılmıyor?

Bu önemli bir soru. Buna dair çok şey söylenebilir.

Bunun sebeplerinden bir tanesi bölgesel devletlerin örgütü yönlendirmesi olduğunu düşünüyorum. En son Suriye-İran hattında örgütün Esed-İran politikalarının Suriye’deki uygulayıcılarından biri olması bunun göstergelerinden bir tanesidir.

İkincisi; örgütün silah bırakmasının önünde bir de bugüne kadar devletle; Ak Parti hükümeti ile değil de devletle, özellikle de devletin derin kanatlarıyla irtibatlı olmaları ve barışa dönük görüşme ve müzakere süreçlerini bu ilgili birimlerin sürekli provoke etmesi veya onlarla girilen ilişki sonucunda örgütün provoke etmesi… Hatta derin devletin devlet içerisindeki uzantılarının da olayı provoke etmesi söz konusu… Yani bir takım operasyonlar, gereksiz saldırılar, tutuklama furyaları gibi bazı provokasyonlarla müzakere sürecinin sürekli olarak baltalandığını görüyoruz. Hem örgütün kendi içinde, hem devletin kendi içinde derin devletle bağlantılı güçlerin provokasyonları karşılıklı olarak yaptıklarını görüyoruz.

Bunun haricinde örgütün dağ kadrolarının kendi ikballeri için önlerine uygun fırsatlar, uygun tercihler de konulmadığını ve dolayısıyla bu ekibin savaşın bitmesine bu açıdan çok da sıcak bakmadığını görüyoruz. Burada örgüt üst düzeyinde bir bencillik de söz konusu. Devlet tarafından da bu kesime dönük herhangi bir hazırlığın yapılmadığını görüyoruz.

Dolayısıyla burada hem devletin hem örgütün eksikliklerinin, konuya bakıştaki dar görüşlülüğünün ve Türkiye’yi bu çatışma belasından kurtarmayı, daha fazla insanın ölmesini engellemeyi değil de kendi politik geleceklerini merkeze almalarının çatışmalı süreci uzattığını veya da silahsızlanmayı geciktirdiğini söyleyebiliriz.

SÜRECİN SEYRİNE DAİR GÖRÜŞLERİN ÇOĞU SPEKÜLASYONDUR

Silah bırakma konusu bugün itibariyle hangi şartlar altında yapılır? Örgüt üyeleri Irak’a mı gider; üst düzey üyeler bir Batı ülkesine mi gider; yoksa bütün bunlar genel bir af ile af mı edilir; değilse daha başka çözümler mi üretilir… Doğrusu buna dair söylenebilecek şeylerin tamamı spekülasyondan öteye gidemeyecektir. Bunlar kişisel görüşlerdir. Ben hangi şartta olursa olsun tüm bu kişilerin silahı bırakmak kaydıyla tamamen affedilmeleri de dahil çözüme götürecek, örgütün de kabul edebileceği her türlü konuya devletin sınır koymaksızın açık olması gerektiğini düşünüyorum. Hükümet de seçmen kitlesi bakımından bu konuda fedakârlık yapmak durumundadır. Aynı şekilde örgüt de tamamen kendi arzularına uygun, çok mükemmel, dört dörtlük bir barış planıyla karşılarına gelinmesini beklememelidir. O da özellikle de üst düzey komuta kademesi açısından fedakârlık yapmalıdır. Keza aynı şey Abdullah Öcalan için de söz konusudur. Fedakârlıklar yapılması durumunda ben örgütün silah bırakmasının doğal olarak şartlar gereği gerekli ve de mümkün olduğunu düşünüyorum.

SİLAHSIZLANMA DURUMUNUN SURİYE İNTİFADASINA DA OLUMLU YANSIMALARI OLACAKTIR

Ancak burada en önemli problem şuanda Suriye’de devam eden hesaplaşmadır. Çünkü Suriye’deki bu hesaplaşma Suriye ile sınırlı değil. İran da bunun bir parçası ve maalesef bunun diğer bir parçası da PKK. Şuan orada PKK’nin İran hesaplarına uygun olarak yaptığı çalışmalar var. Suriye’deki halk hareketinin başarıya doğru gitmesi paralelinde örgütün Türkiye kolunun silah bırakma sürecinin de kolaylaşacağını düşünüyorum. Fakat buna rağmen tersinden PKK’nin silah bırakmasının Suriye’de ciddi bir yansıması olacağını ve Suriye’deki intifada sürecini olumlu etkileyeceğini söyleyebiliriz. Çünkü orada sınır kentlerini kontrol eden, Esed’in karakollarının sınır bekçiliğini yapan PYD’dir. Orada silahlı mücadele halinde bulunanların da Irak’tan askerî mühimmat akışı sağlamalarının önündeki en büyük engel sınır boyunca konuşlanmış olan PYD militanlarıdır. Dolayısıyla PKK/PYD’nin silah bırakmasının Suriye halkının mücadelesine de olumlu yansımaları olacağını düşünüyorum.

Süreç bu yönüyle kritik gözükmektedir. Örgütün silahsızlandırılması bir anlamda bölgenin topyekûn olarak bu sorundan arınması anlamına geliyor gibi. Bu, Suriye’yi de, Türkiye’yi de, bölge halkını da rahatlatacak gibi görünüyor?

Yani birbirine paralel olarak…

Siz de üzerinde durdunuz… Devlet-İmralı görüşmesini kamuoyuna açıklayan Yalçın Akdoğan da çözüm sürecini zorlaştıran belirli dinamiklerin bulunduğunu ifade etmişti. Önemine binaen bunu biraz daha açalım istiyoruz. Gerek iç gerek dış dinamikler bağlamında PKK’nin silahsızlandırılması veya da Kürt sorununun PKK boyutunun çözüme kavuşturulmasını zorlaştıran daha başka ne tür zorluklardan bahsedilebilir? PKK, silahlı mücadelenin anlamsızlığını bilmesine rağmen nerelerden beslenerek, ne tür hesaplara dayanarak bunda ısrar etmektedir?

BARIŞ SÜRECİNİN ZORLUKLARI

Bununla ilgili iç çelişkiler bulunmakta. Örgüt bugüne kadar siyasi parti üzerinden elde ettiği başarısını büyük oranda silaha borçlu. En azından örgüt bunu böyle görüyor. Dolayısıyla silah bırakılması ve sürecin normalleşmesi BDP’nin yani PKK’nin sivil siyasetinin zayıflaması anlamına gelir. Böyle bir algılama söz konusu.

İkincisi; bölgede şuan sadece müzakerelerin kendisiyle yürütüldüğü iktidar partisi ile BDP kapışıyorlar. Ve dolayısıyla her biri diğerinin silah bırakması ve barışın tesisi sonrasında daha da güçlenmesini istemiyor. Ve hesaplar yapılırken mutlaka buna dair hesaplar da konuluyor. Hatırlanacaktır; PKK’nin demokratik özerklik projesinde örgüte bütün silahlı gücüne ve mevcut kent yapılanmasının korunmasına dönük çok güçlü vurgular var. Bunların bir şekilde korunması isteniyor. Bu anlamda önemli bir etken, çelişki veya zorluk da budur.

Ek olarak bir diğer husus da dış etkenler bağlamında örgütün çeşitli ülkelerle geçmişte ya da şimdi ama etkisi halen süren ilişkilerinin varlığıdır. Ve her ülkenin, her yapının bir hesabı var. Bu hesaplar doğrultusunda işi kolaylaştıran veya zorlaştıran durumlar ortaya çıkıyor.

İkincisi yine dış etkenler bağlamında örgütün Suriye’deki konumu olduğu düşünülebilir. Ki buna az önce farklı bir soru bağlamında değinmiştik.

Üçüncü bir husus olarak İran’la Türkiye arasındaki gerilimden bahsedilebilir. Malum; İran, PKK ile gizli bir anlaşma yaparak PJAK’ın İran’dan defedilip çıkarılmasını sağladı ve dolayısıyla örgütle daha yapısal ilişkiler gerçekleştirmeye başladı. Bölgesel çelişkiler doğal olarak müzakere sürecinin de çelişkilerine dönüşüyor.

Ayrıca Irak’ta bir problem var. Barzani silahlı bir örgütün kendi topraklarında bulunmasına karşı çıkıyor. Çünkü örgüt gittiği yerde sadece kamp hayatı yaşamıyor; siyasal çalışmalar yapıyor, oradaki yerel güçlerle gerilim yaşanıyor ve yer yer o bölgede çeşitli güçlerle bir takım ittifaklar yapınca kurulu düzen bu durumu tehdit konseptinde değerlendirerek çatışmaya giriyor. Barzani’nin daha derin bir alan tesis etmek isterken PKK gibi bir örgütü barındırmak istememesi son derece normaldir.

Ek olarak örgütün çok güçlü bir mali yapısı var. Bu mali yapı sonucunda ortaya çıkmış çok güçlü ilişki ağları var. Bunların da sürecin çelişkileri olabileceğini tahmin ediyorum. En azından müzakere sürecinde bunların da konuşulup halledilmesi gerekiyor.

Diğer bir mesele de Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü meselesidir. Abdullah Öcalan kendi özgürlüğünün tek kozu olarak örgütün silahını görüyor. Örgütün silah bırakmamasının önemli bir sebebi biraz da Öcalan’ın kendisi için bu silahlı yapıyı devlete karşı koz olarak görmesidir. Bu nedenle defalarca örgütün silah bırakması gerektiği yönünde beyanlarda bulunmasına rağmen silah bırakma talimatı bugüne kadar vermemiştir. Öcalan’ın özgürlüğü meselesi bugün de sürecin en önemli, en kritik çelişki ve zorluklarından birisidir. Öcalan için muhtemelen ya ev hapsi, ya denetimli serbestlik ya da af gibi bir takım çözümler üretmek zorunda kalacaklarını düşünüyorum. Doğrusu ben silahların bırakılması karşılığında Öcalan’ın serbest bırakılması formülünün de devlet tarafından devre dışı bırakılmaması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu, Türk kamuoyunda belki infial yaratabilecek bir mesele olmakla birlikte çatışmasızlık ortamının Türkiye’ye getireceği olumlu havanın bunu bastıracağı güçlü bir ihtimaldir.

Bunun dışında henüz çözülememiş, tamamıyla tasfiye edilememiş bir takım derin yapıların bu sürecin gerçekleşmemesi için sürekli olarak provokasyon girişimlerini sürdürmesi de -yine geçmişten bu yana tecrübe edip gördüğümüz olaylardan hareketle söylüyorum- önemli bir zorluk. Bunun da şeffaflık ve provokasyona gelmeme yoluyla halledilmesi gerekiyor.

Öte yandan Ak Parti seçmeninin de dâhil olduğu Türkiye kamuoyunun, CHP ve MHP seçmeninin sürecin pazarlık aşamasında hükümetin masaya koyabileceği şekilde bir takım hassasiyetler taşıdığını ve bunun da ayrıca zorluklar oluşturduğunu düşünüyorum. Yani birincisi MHP ve CHP tabanının direnci, bir takım konuları kırmızı çizgi olarak ihanet kavramıyla değerlendirmeleri, Ak Parti’nin kendi tabanındaki milliyetçi unsurlar –ki Erdoğan’ın deyimiyle bu milliyetçi hassasiyetler epeyce artmış durumda- bu tabanın da MHP-CHP tabanı gibi kırmızı çizgiler taşıdığını, Ak Parti’nin müzakere masasına otururken bu kırmızı çizgilerden hareketle masaya koyacağı çözüm önerilerinin azaldığını düşünüyorum. O açıdan hükümetin bütün bunları göze alarak silah bırakmayı kolaylaştıracak her türlü seçeneği kırmızı çizgi kavramının dışına taşıyarak masada tutması gerektiğini düşünüyorum.

Benzer bir şey BDP seçmeni için de geçerli. Çünkü BDP seçmeni de son yıllarda Ak Parti karşıtlığı üzerinden motive oluyor ve bu karşıtlık üzerinden büyüyor. BDP’nin de kendi seçmeninin kırmızı çizgilerini, duyarlılıklarını önlerine konan bir takım seçenekleri saf dışı etmelerine neden olabilir.

Birçok zorluk var ve bütün bu zorlukların aşılması elbette kolay değil. Ancak kararlılıkla ve pazarlık masasındaki tercih ve seçenekleri aratmamak suretiyle ve bir de şeffaflıkla her iki tarafın çözüm odaklı düşünmeleriyle ve son olarak da kendi politik geleceklerini merkeze almayarak başarılı olabileceklerini düşünüyorum.

“DEVLET CİDDİYETİYLE UYUŞMAZ” YAKLAŞIMININ HÜKMÜ YOK

Sürece karşı direnç gösteren kesimlerin daha önce de görülen tutumlarını bu sürece de yansıttıkları görülmektedir. Bu kesimlerden biri bu tarz süreçlerin devlet ciddiyetiyle bağdaşamayacağı ve devleti zaafa uğratacağı yönünde itirazlarda bulunurken, bir diğer kesim ise konuyu doğrudan Ak Parti’nin bir seçim yatırımı, aldatmacası veya da oy düzeyini arttırma amacına indirgeyebilmektedir. Bu yaklaşımlarla ilgili olarak neler söylemek istersiniz?

Birincisi yıllardır sorunun çözülmesini engelleyen en temel yaklaşımı oluşturmaktadır. Yıllardır bu, böyle söylenir. Hatta bunu en çok dile getiren bugünkü ulusalcılar ve onları temsil eden 2000 öncesi bütün hükümet yaklaşımları bunu en sert dozajda dillendirmişlerdir. Ancak “Bir ‘terör’ örgütüyle masaya oturulmaz. Bu, devlet ciddiyetiyle uyuşmaz.” diyenlerin tamamının bu örgütle dolaylı veya dolaysız olarak defalarca görüştüklerini biliyoruz. Bu saçma sapan yaklaşımın hükmü olmadığı gibi pratik karşılığı da yoktur.

BU TARZ SÜREÇLER AK PARTİ’YE OY KAZANDIRMAZ, OLSA OLSA KAYBETTİRİR!

İkincisi, Ak Parti oylarını böyle bir süreçle arttıramaz. Kürtlerden de bunun üzerinden oy filan alamaz. Bilakis bu tür durumlar Ak Parti’nin oylarını azaltacak yönde bir hassasiyete sahip. Çünkü birincisi şu:  Bölgeden alacağı oydan ziyade batıdan alacağı oylar Ak Parti için önemli. Keza Ak Parti, MHP’yi barajın altında bırakmaya çalışan bir partidir. MHP’yi barajın altında bırakmak isteyen bir partinin tam da bunu gerçekleştirmek için kalkıp MHP tabanını son derece rahatsız edecek bir atraksyon yapması akıl dışıdır. Ben müzakere sürecinin seçim dönemine denk gelmesinin bilakis müzakereyi zorlayan bir diğer faktör olduğunu düşünüyorum. Hatta bu süreçte Ak Parti sadece MHP tabanından değil, kendi tabanından da rahatsızlık sesleri duyacaktır.

Şu da belirtilmeli ki, bu tür müzakere süreçleri uzun solukludur ve bunlar bir eylemle, bir hadiseyle sona ermez; sadece bazen durur, sonra tekrar başlar. Müzakereler sürerken kavga da sürebilir. Asıl olan bunun sonuçlandırılmasıdır ve uzun süreli sekteye uğratılmamasıdır. Ben tarafların da bütün bunların farkında olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla her halükârda bu zorluklar aşılabilirse çözümün gelebileceğini ve bunun da çok uzak bir ihtimal olmadığını düşünüyorum.

SÜRECİN TARAFLARA YÜKLEDİĞİ SORUMLULUKLAR

Mahir Ünal bir takvim belirterek iki yıla kalmaz bu sorunun çözüleceği yönünde bir ifade kullanmıştı. Daha önce de benzeri süreçlerin yaşandığı ve sonuç getirmediği dikkate alındığında takvim belirtmenin abartısı ortada olmakla birlikte üst düzeyde gerçekleştirildiği kamuoyuna açıklanan bu son sürecin öncekisinin tekrarı yönde sonuçlar doğurmaması için sizce tarafların nelere dikkat etmesi gerekmektedir? Son olarak önerilerinizi özetle paylaşabilir misiniz?

Belirttiğiniz gibi buna takvim biçilemez. Her iki taraf da elbette kendilerini sürece hazırlamak için olası hedef tarihini koyabilirler ama kamuoyu önüne konabilecek türden bir tarih olmaz ki, bu tarz bir şey zaten benzeri hadiselerde de görülmemiş bir şeydir.

Sürecin yüklediği sorumluluklara gelince; daha önce de kısmen belirttiğim gibi bir takım zorluklar söz konusu. Burada asıl olan provokasyonlara gelinmemesidir ve olabilecek muhtemel provokasyonlara da hazırlıklı olunmasıdır. Taraflar,  kendi seçmen kitlelerini kamuoyunu çözüm sürecine hazırlamalı ve kendi ayaklarını da bağlayacak söz, davranış ve eylemlerden kaçınmalıdırlar.

Atılması gereken ön adımlar varsa bunların atılması lazım. Bu bağlamda bir ateşkes sürecine bu dönemde ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bu,  tansiyonu düşürür ve görüşmeleri kolaylaştırır. Ateşkesi bozmaya mebni bir takım gelişmeler yaşansa da bunun ısrarla ve inatla sürdürülmesi lazım.

Bunun dışında iyi niyet açıklamalarının müzakerelerin başarıyla sonuçlanabileceğine dair kamuoyunun inancını arttıracağını ve bunun da taraflara güç vereceğini söyleneyebiliriz.

Yine bu bağlamda güven sarsıcı, geri adım attırıcı söz ve fiillerden de kaçınmanın icap ettiğini, kırmızı çizgi olarak algılanan bir takım engellerin ortaya konulmaması gerektiğini tekrarlamış olalım.

Ayrıca önceki sorular bağlamında ifade ettiğim şeffaf olunması vb. hususlar da dikkat edilmesi gereken unsurlardır.

Öte yandan görüşme trafiğinin başladığı söylenen bu ortamda aynı zamanda TSK’nın süren operasyonları var. Hatta bu operasyonlar yoğunlaşarak sınır ötesi bir mahiyet de kazanmış vaziyette. Süreci kolaylaştırıcı adımlar olarak hükümet operasyonların da durmasını sağlamalıdır. Aynı şekilde örgüt de eylemsizlik kararı almalı, hatta mümkünse militanlarını ülke dışına çekmelidir.

Yine bu bağlamda KCK gibi siyasi rastgele operasyonların da durdurulmasının süreci kolaylaştırıcı, kamuoyuna güven aşılayıcı katkılar yapabileceğini düşünüyorum. Tutukluluk zamanını azaltan yargı kararına da bu bağlamda bir an önce işlerlik kazandırmak gerekmektedir. Hatta tutukluluk hali veya da tutuklu yargılama ölçülerinin de tekrar gözden geçirilerek şuan tutuklu yargılanan kişilerin tutuksuz olarak yargılanmasına dönük bir imkânın da sağlanması lazım.

Bunların dışında Uludere, Ceylan Önkol vb. Kürtlerin kamu vicdanını rahatsız eden konularda da hükümetin bir an önce bir takım çalışmalar yapması da işleri yine kolaylaştırır.

Diğer taraftan her iki kesime yakın medyanın da bu sürece destek verecek bir dili tutturması iyi olur diye düşünüyorum. Ek olarak da yeni anayasa çalışmalarını hızlandırmalı ve bu çalışmanın etnik ayrımcılığı tamamen kaldıracak şekilde yapılması yine müzakere sürecinde silah bırakmayı kolaylaştıracak olan unsurlar arasında zikretmek mümkündür. Daha önce de olduğu gibi adayların Yüksek Seçim Kurulu’nun vetosuna maruz kalması vb. yol kazalarını önlemek üzere tedbirler alınmalı ve son zamanlarda iade edilen ve edilecek olan hakların tümden güvence altına alınacağı nitelikli ve kucaklayıcı bir anayasa çalışmasına hız verilmelidir.

Süreç zorlu ve hassas. Aynı şekilde bir o kadar da umut verici. Dolayısıyla bu tip süreçlerin yeni Sağlıca, Roboskî, Silvan vb. provokasyon örnekleriyle sekteye uğratılmaması için herkes duyarlı davranmalıdır.

Kaynak: Islah Haber

Röportaj Haberleri

“Suriye’ye geri dönüş tartışması, empati yoksunu ve yersiz”
Türkiyeli bir mücahid ile Suriye devrimi üzerine…
"Solun bir kısmı mezhepçilikten bir kısmı da İslam düşmanlığından Esed'i destekliyor"
Suriye'nin korku hapishaneleri: Sednaya, Tedmur ve Suriye’nin yeni hafızası
"Suriye devrimi Türkiye'nin de zaferidir!"