Yusuf Ekinci (Yıldırım Beyazıt Üniversitesi-Sosyoloji) tarafından kaleme alınan ve bugün Karar gazetesinde “Deizm mi Sekülerleşme mi?” başlığıyla yayımlanan yazıyı ilgilerinize sunuyoruz:
Son zamanlarda çoğunluğu “endişeli muhafazakârlar”dan oluşan bir koro gençlerin deistleştiği, hatta ateistleştiği yönünde kaygılarını paylaşmaya başladı. Ayrıca bu kaygıyı dile getirenlerin bazısı sınırlı tecrübelerine ve gözlemlerine genel bir veri muamelesi yaparak toplumsal bir sonuca ulaşmaya çalışıyor. Elbette bu tecrübelerin yaşanmadığını iddia etmiyorum. Mesele doğruluk ve yanlışlıktan ziyade, kavramsal ve metodik hassasiyetin dikkate alınmamasından kaynaklanıyor. Kavramsal problemden kastımız, sekülerleşme gibi daha açık ve doğru bir kavramla ifade edilebilecekken yaşanan sürecin “deistleşme” gibi bir kavramla karşılanıyor olması. Metodolojik problemden kastımız ise öznel tecrübelerden genel bir çıkarım yapmak yanılgısı ile ilgilidir. Tartışmayı daha sağlıklı bir zemine çekmek için kavramları bu şekilde hoyratça kullanmaktan vazgeçmek gerekiyor. Deizm kavramı, bilinçli bir felsefi sorgulamanın sonucunda ulaşılan, yaratıcının yaratıp çekildiği, dinlerin olmadığı bir dünya tasavvuruna ve anlam sistemine dayanıyor. Sekülerleşme ise herhangi bir felsefi sorgulamaya dayanmak zorunda olmayan, dinin kuşaktan kuşağa toplumsal, kurumsal ya da bireysel düzeyde nüfuzunun zayıflaması anlamlarına geliyor.
Türkiye’de son yıllarda yapılan bazı araştırmaların da vurguladığı gibi (Özellikle Volkan Ertit’in çalışmaları veriye dayalı bir sonuç ortaya koyuyor), yeni kuşak gençler ebeveynleriyle karşılaştırıldığında dine daha az bağlı ve bu gençlerin gündelik hayatlarında din temel şekillendirici olma vasfını yitiriyor. Bunun elbette birçok sebebi var, bu sınırlı yazıda buna değinmek mümkün görünmüyor. Burada üzerinde duracağımız asıl mesele, 15 yıllık Muhafazakâr iktidara ve dindar nesil yetiştirme niyet ve politikalarına rağmen gençlerin ebeveynleri kadar dindar olmadığı gerçeğinin yaşattığı şok ile ilgili. Vurgulamak istediğim bir diğer nokta, devlet destekli politikalar kullanılarak din üzerinde “yukarıdan aşağıya” bir mühendisliğin çoğunlukla ters tepkiler verdiği yönünde. Dolayısıyla son zamanlardaki tartışmalar da ancak bu bağlamlar dikkate alındığında daha iyi anlaşılabilir. “Deistleşmeyi” bir kaygı şeklinde hissedenlerin, özellikle iktidarın bu süreci dindar nesil yetiştirme politikalarının yetersizliği şeklinde okuması ise yanlışta ısrar anlamına gelecektir.
Din sosyolojisi literatüründe birçok çalışma, ister din karşıtı ister din lehine olsun, iktidarlar tarafından yukarıdan aşağıya bir dindarlaştırma/dinsizleştirme politikasının genellikle tersi sonuçlar doğurduğu yönünde bulgular ortaya koymaktadır. Örneğin birçok çalışma, sosyalist devletlerin on yıllar süren sekülerist politikalarına rağmen bu toplumların çok az sekülerleştiğini, dini inancın baskı kalkıncaya kadar yeraltına indiğini, birçok kişinin ibadetini özel alanda yapmaya devam ettiğini ve bu devletlerin çökmesinin ardından Kiliselerin sayısının, Kiliselere katılımın arttığını ve dinselleşme eğiliminin hızlandığını ortaya koymaktadır. Hatta Evans ve Northmore-Ball’ın yaptığı bir araştırmaya göre Sovyetlerin çökmesinin ardından sekülerleşme tezinin hilafına, genç kuşakların Sovyet dönemini yaşayan kuşaklardan daha dindar olduğu bulgusuna ulaşmıştır. Nihayetinde Andrew Greeley’in de bir makalesinde belirttiği gibi 70 yıllık din karşıtı politikalara rağmen Sovyetlerin çökmesi ile birlikte “Saint Vladimir, Karl Marx’ı tahtından indirmişti”.
Türkiye’de Batı tarzı sekülerist politikaları uygulaması sebebiyle 1923 sonrası Kemalist devletin de siyasi öğreti olarak sekülerist olduğu söylenebilir. Tıpkı Sovyet Rusya’nın “yukarıdan aşağıya” zorlayıcı sekülerleş(tir)me politikaları gibi Kemalistlerin kullandığı “yukarıdan sekülerleşme” yönteminin de (her ne kadar kısmi ölçüde ve bilinçdışında toplumun genelinde kırıntılar şeklinde yer etmiş olsa da) toplumda pek az bir karşılık bulduğu bilinmektedir. 1923 yılından sonra peyderpey gerçekleşen kurumsal dine yönelik saldırılar, devletin ideolojik aygıtlarının da yardımıyla “10 yılda 15 milyon” seküler, çağdaş bir gençlik yaratmak niyetinde oldu. Fakat 1950’lerden itibaren bu politikaların sonucu olarak tepkisel bir dindarlaşma eğiliminin açığa çıktığı görüldü. Kemalist politikalarla dini cemaat ve tarikatlara baskı uygulanmış olsa da, bunlar baskı döneminde “yeraltına inmiş” ve nispi özgürlüğün sağlandığı anlarda kamusal alanda daha radikal bir biçimde görünür olmuşlardır. 1960’lardan itibaren ortaya çıkan ve zamanla toplumsal etki alanını genişleten İslamcılık da buna benzer şekilde, sekülerist devlet politikalarına karşı dinsel bir mücadele alanının çekim merkezi haline geldi. Türkiye’de dini canlanma, Kemalist bir iktidarın sekülerleştirme politikalarına karşı İslamcı hareketlerin reaksiyoner tutumunda görüldü. Nihayetinde her seçim döneminde dindar çoğunluk, seküler partileri değil, dindar olan ya da dine dışlayıcı ve sekülerist yaklaşmayan partileri tercih etti.
Dolayısıyla toplumun sekülerleşmesi için siyasi öğretilerinin gereğini yerine getirmek için mücadele eden seküleristlerin, “yukarıdan aşağıya” baskıcı politikalardan pek sonuç almadığı görülmektedir. Bu tür yöntemleri uygulayanların siyasi egemenliği sona erdiğinde, bu ülkelerdeki dini canlılık önemli derecede artış göstermiştir.
Elbette bu tersine sonuçlar sadece sekülerleştirme politikalarının sonucunda gerçekleşmez. Yukarıdan aşağıya din politikalarının ters bir sonuç aldığı bir örnek de İran oldu. İslam Devrimi ile birlikte İran’da devlet yukarıdan aşağıya İslami bir toplum yaratma politikasını uygulamaya girişti. Fakat 2003’te, devrimden 24 yıl sonra Kazemipur ve Rezaei tarafından yapılan bir araştırma yeni kuşakların önceki kuşaklardan daha seküler oldukları ve seküler pratikleri devletin olmadığı özel alanlarda gerçekleştirdikleri bulgusunu paylaşmaktadır. Dolayısıyla İran’da da yukarıdan aşağıya bir dindarlaştırma politikasının tersi yönde, tepkisel sekülerleşme denilebilecek bir sonuç doğurduğu görülmektedir.
Son 15 yılda Türkiye’de de “dindarlaştırma” politikasının yumuşak bir biçiminin uygulanmaya çalışıldığı bilinmektedir. Fakat bugün yapılan bazı deistleşme, aslında sekülerleşme yönündeki bulguların ve çeşitli tartışmaların da gösterdiği gibi, “dindar gençlik” politikası da başarısız toplumsal mühendislik politikaları mezarlığına gömülmüştür. Bazı politika yapıcıları çözümü hâlâ “daha fazla dindarlaşma” politikasında görme yanılgısına düşüp “yukarıdan aşağıya” yöntemleri hızlandırma gayreti içine girebilir, fakat bu tür beyhude niyetler de sekülerleşmeye engel olamayacaktır, olsa olsa bu süreci hızlandıracaktır.
Din sosyolojisi literatüründe birçok çalışma, yukarıdan aşağıya bir dindarlaştırma/dinsizleştirme politikasının tersi sonuçlar doğurduğu yönünde bulgular ortaya koyuyor.
1980’lerden sonra artan liberalleşme politikalarının ve modernleşmenin etkisi sebebiyle yaşanan dönüşüm birçok şeyi etkilediği gibi bir proje vasıtasıyla ideal bir kuşak yaratma niyetinde olan politikaların iktidarını da sarstı. Gençler artık iktidarların, hatta ebeveynlerin arzularına göre şekillenen ya da geçmişte olduğu gibi önceki kuşakların değerlerini sonraki kuşaklara aktaran nesneler olarak görülmemeli. Charles Taylor’un da belirttiği gibi eskiden var olan tek bir anlam sisteminin yerini, çoklu anlam sistemleri alıyor ve geçmişte alternatifi düşünülemeyen dinsel yapının yerine, seküler alternatifler yerleşebiliyor. Dahası geçmişin kesinlik formlarının yerini görecelik ve çoklu eşdeğerlikler alıyor. Dolayısıyla gençlerin toplumsallaşma süreçlerinde araç ve yollar artık çeşitleniyor ve gençler babalar kuşağının iktidarını da sarsan bambaşka sosyalleşme biçimleriyle muhatap olabiliyor. Jenny White Müslüman Milliyetçiliği ve Yeni Türkler adlı kitabında bu sürecin daha somut bir ifadesini sunmaktadır: “Kemalistler, gençleri Kemalist projeye bağlama yeteneğini nasıl kaybettiyse, İslamcılar da piyasadaki, medyadaki ve tercihe dayalı bir deneyimle şekillenen İslam üzerindeki kontrolünü kaybetti.” Böylece “dindar nesil” gibi ya da “Asım’ın nesli” gibi projeler sekülerleşme süreci karşısında kifayetsiz birer yöntem olarak kalıyor.
Öte yandan Türkiye’de muhafazakâr ve İslamcı tabanda yaşanan sekülerleşme, Kemalizmin dine yönelik dışlayıcı politikalarından kaynaklanmıyor; 1990’lardan sonra görülen kamusal imkânlara erişim sürecinin yarattığı “rehavetin” ardından ve muhafazakâr iktidarın muktedir olduğu bir zamanda gerçekleşiyor. Diğer bir ifadeyle sekülerleşme, Kemalizm’in bilinçli sekülerleştirme politikaları sonucunda değil muhafazakâr iktidar politikalarının niyet edilmemiş bir sonucu olarak yerleşiyor. Hal böyleyken, bu süreci deistleşme gibi meseleyi karşılamayan kavramlarla ya da dindarlaştırma politikalarıyla değil, daha sahici bir bakışla anlamak gerekiyor.