Harekât Ordusu, 31 Mart ayaklanmasını bastırmak için İstanbul’a girdikten sonra tam üç gün boyunca, Birinci Ordu’nun Beyazıt’taki karargâhının bacalarından duman tüttü.
Bulunan bütün “jurnalleri” yaktılar.
O sıralarda “jurnal” yazmak öyle bir hastalıktı ki bu hastalıktan nasibini almayan çok az “dürüst” insan kalmıştı.
Hatta Harekât Ordusu’nun komutanı Mahmut Şevket Paşa’nın yazdığı jurnallerin bile bulunduğu söylenirdi.
Abdülhamit vesveseli bir adamdı, “düşmanlarını” sürekli izlemek isterdi.
Bana sorarsanız “yıkılmasında” bu vesveseli merakı da büyük rol oynadı.
Her jurnali okurdu.
İttihatçıların Selanik’te başlattıkları hareketin Anadolu’da halkın arasında çok fazla bir taraftarı yoktu ama “jurnalleri” tek tek okuyan Abdülhamit “büyük bir kalkışma” olduğuna inandı.
Çünkü bütün o “jurnaller” gerçeği olduğundan “daha büyük” gösteren büyüteçler gibiydi ve padişahın aklını karıştırıyordu.
Bütün olayları öyle “ince ince” öğrenmeye kalkmasa da siyasi tabloya daha geniş bir açıdan bakabilse belki de öyle çabucak pes etmez, tahttan o kadar çabuk devrilmezdi.
Çünkü bazen “her ayrıntıyı” öğrenme tutkusu, insanın “bütünü” görmesini engelleyebilir.
Bizim Cumhuriyet sadece İttihatçıların hastalıklarını “tevarüs” etmedi, Osmanlı padişahlarının hastalıklarını da devraldı.
Kendi halkını izleme hastalığına kendisini fazla kaptırdı.
Dün Zaman gazetesi manşetten vermişti, bugün de biz haberin devamının peşine düştük, İstanbul Üniversitesi’nde, Birinci Ordu’ya “meslektaşları” hakkında rapor yazan profesör ajanlar varmış.
Bir ordu, üniversite profesörlerini niye izler?
Profesörlerin görüşlerinden, ilişkilerinden, düşüncelerinden orduya ne?
Ordu, “kendisi gibi düşünmeyen” herkesi izlemek ve fişlemek istiyor.
Bunu yapıyor da.
Sonunda da dengesini kaybedip ülkenin “düşmanlarla” kuşatıldığını zannediyor çünkü orduya göre “kendisi gibi düşünmeyen” herkes bu vatanın düşmanı.
Dengesini kaybeden sadece ordu değil elbette yargı da dengesini kaybediyor.
Milliyet gazetesi de harika bir haber yakalamıştı.
Yargıtay, Güneydoğu’da taş atan göstericilere ateş açıp, kaldırımda duran birini öldüren çavuşun beraatına karar vermiş.
Kararın gerekçesi ise korkunç.
“Bölgedeki şartları gözönüne alarak” vermişler bu kararı ve “telaşa” kapılan çavuşun suçlu olmadığına kanaat getirmişler.
Yargıtay’a göre “her bölgede” yasalar farklı anlaşılan, Marmara bölgesinde birini vurursan “suç olabilir” ama Güneydoğu’da vurursan suç değil.
Ayrıca, gösteriler sırasında asayiş güçlerinin “telaşlanması” da öldürmek için geçerli bir neden, bundan sonra gösterici vuran her devlet görevlisi Yargıtay’ın bu kararına dayanılarak “telaştan” beraat ettirilecek.
Vurulan kurbanın ailesi şimdi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gideceğini açıkladı, bu karar büyük bir ihtimalle Avrupa’dan dönecek.
Çavuşu beraat ettiren yargıçlar Avrupa’da mahkûm olacak.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, sık sık bizim yargının “hukuka” uymadığına karar veriyor ama bizim devlet hukukunu bir türlü çağdaş düzeye getiremiyor.
Bizim devlet, ordusuyla, yargısıyla, bürokrasisiyle “yüz yıl” öncede yaşıyor.
Sanki bu devleti yüz yıl önce mumyalamışlar, öyle kaskatı kalmış.
Zaman geçiyor, koşullar değişiyor, bizim devlet aynı devlet, biraz İttihatçı, biraz padişah.
İyi de insanlar değişti, artık kimse “tebaa” olmak istemiyor.
Zaten orduyla yargının niye “tebaası” olacağız ki?
Millete hizmetle yükümlü kurumlar neden milletin “efendisi” olsunlar?
Bunlar, bu çağda geçerliliği olmayan davranış biçimleri, bizim devletin kendi halkından ödü patlayabilir, bu korkuyla kendi halkını korkutmaya, sindirmeye uğraşabilir ama bu halk artık devletten korkmuyor.
Sadece sıkılıyor bu devletin yaptıklarından.
Sıkıntı, duyguların en tehlikelisidir bence, öfkelenmekten, kızmaktan çok daha “radikal” sonuçlar verir.
Öfkelenmek, kızmak, sinirlenmek her şeye rağmen bir “ilişki biçimini” sürdüren duygulardır ama “sıkıntı” tam tersine “ilişkiyi” değiştirme isteği yaratır.
Bunun öyle bağıra çağıra “deklare” edilmesine de gerek yoktur, insanların yüzündeki müstehzi ifade genişlemeye başlar, “en korkutucu sözler” gülümsemeyle daha sonra kahkahayla karşılanır.
Şu anda halkın devlete bakışı böyle sanırım.
Sıkıntıyla ve küçümseyerek bakıyorlar, her davranışın, her sözün nedenini biliyorlar ve artık aldırmıyorlar.
Fransız Devrimi’nin en genç liderlerinden Saint-Just, “devrim, silahların değil yasaların patlamasıdır” demişti.
Sanırım o sözü biraz değiştirebiliriz, “devrim, sıkıntının patlamasıdır.”
Sıkıntıyı patlattılar ve devlet çok yakında bu yüzden değişmek zorunda kalacak.
TARAF