MHP lideri Devlet Bahçeli’nin kürsüden kükrercesine yaptığı konuşmanın bir cümlesi şöyleydi: “Atatürk'e Yezid denilmesine, Türk milletinin Yezidle bir görülmesine bir tek Milliyetçi Hareket Partisi karşı çıkmıştır.” Anlaşılacağı üzere Bahçeli, Başbakan Davutoğlu’nun Dersim’i modern bir Kerbela’ya benzeten konuşmasından çok rahatsız olmuş. Üstelik bu görüşünü en yüksek perdeden ifade ederken safının “hain, eşkıya, emperyalizmin piyonu terörist Rıza ve devlete kafa tutan isyancılarına” karşı Atatürk’ten, devletten yana olduğunu tekrar ederken herhalde hiç kimse şaşırmamıştır.
Ne var ki Dersim meselesine dair tartışmalarda herkes Devlet Bahçeli kadar net ve tutarlı değil. Bahçeli tereddütsüz bir biçimde yapıp ettiği her şeyiyle Atatürk’ün ve Tek Parti rejiminin yanında, Seyyid Rıza ve Dersim ahalisinin tam karşısında. Lakin başta CHP olmak üzere türevi diğer ulusolcu parti, çevre, aydın ve sanatçılarsa hem Atatürk’ün hem de Seyyid Rıza’nın duruşunu takdir etmekteler. İlerleme ve aydınlanma felsefesine iman etmiş olmalarından ötürü hem Atatürk’ün harekât emrine hem de Seyyid Rıza’nın başını çektiği direnişe destek vermeye kendilerini mecbur hissetmekteler. Tuhaf ve tutarsız ama manzara tam da böyle.
Adalet ve Tutarlılık Arayan Kim?
Yüzleşme ve hesaplaşma çağrıları hep lafta kalıyor. Bir taraftan resmi ideoloji ve tarih yazımından taviz vermek istemiyorlar diğer taraftan muhalif ve özgürlükçü imajlarına toz kondurmuyorlar. Dersim’de Alevi-Kızılbaş-Zaza ahalisine karşı baskı, tehcir ve katliam olduğu konusunda kimsenin şüphesi yok. Fakat bu zulmün sorumluluğunu Sünnilere yüklemek veya hiç değilse meçhulleştirmek konusunda hem Atatürkçüler hem de Alevi-sol çevrelerde muazzam bir gayretkeşlik görülüyor.
CHP, dönemin genel başkan yardımcısı Onur Öymen’in “Dersim’de de analar ağlamadı mı?” sözünden bir adım olsun ileriye geçebilmiş değil. İsmet İnönü’nün torunu ve CHP milletvekili Gülsüm Bilgehan’ın Tek Parti ve Milli Dava dönemi olarak niteleyip askeri harekattan başka çarenin mümkün olmadığını söyleyip gösterdiği sonuç da şudur nihayetinde: “Bugün Tunceli bölgesi en görgülü, en eğitimli, demokrasiye inanan insanlardan oluşuyor. Mesela sürgünlerden söz ediliyor. O sürgünlerde çok iyi yetişmiş genç kızlar da var. Belki o bölgede, ortaçağ şartlarında kalsalardı o aileleri kuramayacaklardı.” Analar, kızlar, babalar, oğullar ağladılar ama boşa gitmedi. Ortaçağ şartlarından kurtarıldılar, demokrasiye kavuşturuldular filan.
Aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu’nun Dersim meselesine dair devletin zulmünü ifşa ettikleri bütün beyanları sonrası Kemalist-sol cenahtan sadır olan savunmacı görüşler bazı yönleriyle inkâr bazı yönleriyle itiraflar içeriyor. Tabii Maraş, Çorum ve Sivas’a da atıflar yaparak hattı müdafaadan sathı müdafaa pozisyonuna geçtikleri zamanlar hiç de az sayılmaz. Çünkü tarihle, devletle, ideolojiyle, ait olunan sınıfla yüzleşmek ve hesaplaşmak ciddi bir cesaret, kuvvetli bir irade ve her şeyden önemlisi köklü bir adalet ve merhamet arayışını gerektirmektedir.
Neo-Kemalizmin vitrine sürdüğü Sezgin Tanrıkulu gibi isimlerin “Genel Başkan adına Dersimlilerden binlerce kez özür dilemesi”nin hepten çılgınca karşılık bulması sadece fanatik ulusalcı kanada ait değil elbette. “Sen kimsin ulan şerefsiz”den başlayıp “İlkelerimize teslim olmayanlar partimizi terk etsin”e varan tutumlar ideolojik ve sınıfsal krizin dışa vurumundan başka bir şey değildir. Ne bugüne ne de geçmişe dair adalet ve merhamet aranıyor. Korunmak istenen bir statüko için bütün bu manevralar.
Atatürk’ün Sünni(!) Refleksi
Siyasetteki pespayelik maalesef akademik ve toplumsal sahada da daha beteriyle çıkıyor karşımıza. Hem Boğaziçi hem de Galatasaray üniversitelerinin Devrim Tarihi hocalarından Doç. Dr. Ahmet Kuyaş’ın Radikal’de Ezgi Başaran’a verdiği röportaj resmi ideolojiye müzahir akademisyen ve aydınlardaki çarpık perspektifler için adeta biçilmiş bir kaftandır.
Ahmet Kuyaş hocaya göre Atatürk’ün Dersime ilişkin tavrı şuymuş: “Oturup ağladığını hiç sanmıyorum ama harekatın böyle vahşetle sonuçlanmasında özel bir emri olduğunu da düşünmüyorum” Peki, Dersim Harekatı neden büyük bir vahşetle sonuçlandı ve sorumlusu kim? Cevabı şu iki cümlede bulmak mümkün: “Mustafa Kemal ve o dönemin devlet adamlarının dinle ilişkileri dindarlık boyutunda olmasa da Aleviliğe Osmanlı refleksiyle bakıyorlardı. Bizim merkez kültürünün baskın Sünni karakteri var ya, işte (Dersim Katliamı) onun ürünü.”
Bir taraftan hümanist hocamıza göre Atatürk “Jakoben bir diktatör. Döve döve helva yediriyor” halka. Ama diğer taraftan da “Demokrasi ve laiklik ‘yaparsanız olan’ kavramlardır. Burada mıymıntılıklara lüzum yok. Kusura bakmayın tarih bunu diyor.” söylemiyle tezahür eden “ilerlemeci tarih” tapınmacılığı çıkıyor karşımıza.
Akıllarında tutarlılıktan, kalplerinde adalet ve merhamet duygusundan zerre miktarı iz yok bunların. Atatürk’ü, Kemalizmi, devleti temize çıkarıp Dersim katliamından Sünni refleksi mesul tutan bu sınıfsal ve ideolojik fanatizm her şeyden önce mantığı ve muhakemeyi boğmaktadır. Kemalist iktidar sınıflarına karşı korunması gereken asıl kale mantık, muhakeme, adalet ve merhamet kalesidir.