TURGAY OĞUR*
Şimdi cemaat–hükümet kavgasını unutun. ‘Buralar kurak topraklardı, dershanelerle nevbahar geldi’den ‘Erdoğan’ı dershanelere yedirmeyiz’e cereyan eden anot-katot geriliminden kurtulun. STV dizisindeki ‘karanlık kurul’dan çıkın. Sırtınıza yaslanın ve gerçeklerle karşılaşmaya hazır olun.
AK Parti’nin en başarılı bakanlıkları sıralamasında Ulaşım, Sağlık, Aile, Babacan’a bağlı olan Ekonomi bakanlığı listesi üzerinde genel bir konsensüs olmuş durumda. Koyu bir CHP’liye bile sorsak ‘bakanların hepsi birbirinden kötü’ cevabını verdikten sonra, ‘canım kendi içinde hangisi?’ diye ısrarımıza dayanamayıp aynı bakanlıkları sıralayacaktır. Listeyi uzatırsak herkes kendi meşrebine göre Dışişleri der, Kültür der, bakanından dolayı Adalet der, Bilim Teknoloji, Enerji der. Çok eleştiri almasının yanında Şehircilik Bakanlığı’na bile itibar eden hatırı sayılır bir kitle çıkar.
Bu listeyi neresinden tutarsanız tutun, soruyu kime sorarsanız sorun Milli Eğitim Bakanlığı çıkmıyor. 12 yıllık AK Parti hükümetlerinde en çok bakanı ve müsteşarı değişen bakanlık olması Sayın Başbakan’ın da aynı fikirde olduğunu gösteriyor. Hâlbuki yatay derslikli yüksek işlikli, küçük pencereli çirkinlik abidesi okul binalarını yıkıp; duvarları rengârenk, koridorları aydınlık, öğrenci dolaplı, modern laboratuvarlı Amerikan filmlerinde görmeye alışık olduğumuz okul binaları yapan bu bakanlık. Sadece birkaç vakıf üniversitesinin her öğrencisine dizüstü bilgisayar verebildiği bir dönemde tüm öğrencilerine bedava tablet bilgisayar vermeye kalkan, sıfır kilometre ders kitaplarını ücretsiz olarak sıraların üzerinde hazır eden, hatta milyonlarca litre süt dağıtan da aynı bakanlık. 28 Şubat artığı birleşik ilköğretim ucubesinden çocukları kurtaran bir bakanlıktan söz ediyoruz. Peki, yapılan bunca güzel işe rağmen Milli Eğitim Bakanlığı neden takdir edilmiyor?
Fazıl Say Kemalizmi
Çünkü; AK Parti iktidarının dördüncü senesinde üniversiteye girmiş, 2010 yılında mezun olmuş bir anaokulu öğretmeni çocuğunuzu Fazıl Say kıvamında Atatürkçü yetiştiriyor. Kendi istemese de müfredat başkasına izin vermiyor. Dışişleri Bakanı ‘komşularla sıfır sorun politikası’ndan bahsederken liselerde hâlâ etrafımızın düşmanlarla çevrili olduğu anlatılıyor. Tablet dünyaya ne kadar açık ise coğrafya müfredatı bir o kadar kapalı. İlkokul çocukları hava durumu bültenlerinde, Balkanlar’dan gelen yüksek hava basıncının nasıl olur da elini kolunu sallaya sallaya bizim ülkemize girebildiğinin travmasını yaşıyor. Kompozisyon hâlâ giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinden oluşuyor. Blok flüt bir milli Türk sazı hüviyeti kazanmak üzere. Sekiz yıl ders alıp ‘intermediate’ seviyesinin geçilemediği bir dil eğitiminin dünyada eşi var mı? Tarih dersi Muhteşem Yüzyıl’ın tam tersi, sadece bir savaşın nedenlerinden, savaştan, savaşın sonuçlarından ve tabii ki bir sonraki savaşın nedenlerinin sıralamasından ibaret. Kısacası eğitime destek mahiyetindeki bayındırlık, teknoloji, sosyal devlet politikaları açısından iyi giden işler eğitimin bizatihi kendisi açısından iç açıcı değil.
Başbakan’ın temposu
Doğası gereği güçlü ve kesintisiz bir liderlik ve sabırlı bir çalışma yapılıp sonuçlarının uzun vadede tam olarak görülmeye başlanabildiği eğitim politikaları; pratik, sonuç odaklı bir lider olan Başbakan Erdoğan’ın çalışma temposuna ayak uyduramıyor. Başbakan, binayı, tableti, kitabı, sütü bir devlet politikası olarak yürütürken bakanlık teşkilatından eğitimle ilgili reformlar bekliyor. Bakan değişim sıklığı büyük değişimlere küçük süreler tanındığını gösteriyor. Durum böyle olunca da gelen tüm bakanlar bir kanun değişikliği ile yapılabilecek yegâne reforma yöneliyorlar: Ölçme-değerlendirme sistemini değiştirerek eğitimin kalitesini artırmayı hedefliyorlar. Öğrenciler okula başladığında ortaöğretim sınavları bir iken son sınıfı geçtiğinde yirmi dört olabiliyor. Sonra ondan vazgeçiliyor. On ikiye düşüyor. Bakıyorsunuz on iki değil altı sınav yapılacağı söyleniyor. 9-10 yaşındaki çocukların duygu dünyası altüst olup duruyor. Peki ölçme–değerlendirme değişince ne oluyor?
Çöken tezim
2005 yılında Türkiye’nin en iyi vakıf üniversitelerinden birinin ev sahipliğinde üniversite sınav sisteminin konuşulacağı bir çalıştay planlamıştık. Türkiye’nin en önemli dershane yöneticilerinin, gazetecilerin ve akademisyenlerin katılacağı bu etkinliğin açılışında kısa bir giriş konuşması yapmam gerekiyordu. Bu iş için hazırlık yapmaya giriştim. Niyetim mevcut merkezi sınav sisteminin başarıyı ölçemediğini ispat etmekti. Çalıştığım ev sahibi üniversitenin mevcut öğrencilerinin not ortalamaları ile ÖSYM’den aldıkları puanları eşleştirdim. Karşıma çıkan iki paralel grafik karşısında donakaldım. Hem de sözünü ettiğim üniversite ezberci lise eğitiminin devamı değildi. Amerika standartlarında bizim öğrencilerin alışkanlıklarını tersyüz edecek kadar ileri bir eğitim-öğretim veriyordu. Tezim çökmüştü. Bu ucube sınav da potansiyeli olan öğrencileri yakalamıştı. Konuşmamı tamamen değiştirdim ve bu mevcut sistem için SESSİZ KABULLENİŞ tabirini kullandım. Çalıştay’da benden sonra konuşan Final Dershaneleri sahibi İbrahim Taşel, bu ifadeyi çok sevdi ve sistemin daha iyi anlatılamayacağını söyledi.
Nereden bakarsan bak aynı
İddiam o ki; ölçme değerlendirme nereden yaparsanız yapın aynı sonucu veriyor. Bugünkü sisteme göre ilk 1000’e giren de ilk 100.000’e giren de, tamamıyla eşitlikçi başka bir ölçme-değerlendirmeye göre aşağı yukarı aynı sıralamaları elde edecektir. Türkiye’deki merkezi sınavda dereceye girenler, yüksek lisans için kapılarını çaldıkları dünya üniversitelerinin en iyi burslarını kazanmaktadır. Evet, bu kimsenin beğenmediği, şikâyet ettiği sistem bizim için bir sessiz kabulleniştir.
Çünkü her yıl üniversite kapısına dayanan 1,5 milyon aday öğrencimiz var.
Bizim ülkemizde üniversiteyi kazanmak en önemli sınıf atlama, statü elde etme yolu. Bu nedenle üniversite kapısında tam bir ölüm kalım mücadelesi yaşanıyor.
Üniversitelerimiz Boğaziçi’nden Bayburt Üniversitesi arasında geniş bir yelpazeye yayılmış durumda.
İyi bir gelecek vaat eden en fazla 50 bin, makul bir gelecek vaat eden taş çatlasa 150 binlik bir kontenjan var.
Böyle bir tablonuz varsa mevcut yürüyen ölçme–değerlendirme sisteminizi kurcalamak en son iş olmalı.
Yiğidolara elitizim tokadı
80 üstü alanların tümünün kazandığı bir sistem değil söz konusu olan. Başarının tamamen sıralamaya dayandığı bir sistem. Tüm okulları cillop gibi yaptığınızda da sıralamada öne geçmek için ek başka şeyler yapma eğilimi herkeste olacak. Bu talebi dershaneleri kapatarak bitiremezsiniz. Sadece daha fazla olanağı olanın erişebildiği, diğerlerinin dezavantajlı hale geldiği bir hale getirirsiniz. Ucu açık sorulu ve kompozisyonlu merkezi sınavlar, bir yerleştirme kıyametin kopacağının resmidir. Bu kadar çok insan eli ve sübjektif değerlendirmeyi katacağınız sonuçları kimse kabullenmez. İtirazlar, davalar havada uçuşur. Oluşacak karmaşadan üniversiteler akademik yıla başlayamaz. Seçimi üniversitelere bıraktığınız anda da Elazığlı gakgoşların, Sivaslı yiğidoların, Diyarbakırlı kekoların elitizmin tokadını en sert şekilde yiyeceklerine emin olabilirsiniz.
Okul başarısını işin içine katacağız deniyor. Evet, şu anda katılıyor zaten. 30 ile 60 puana kadar ek katkı alınabiliyor. Önceden okulun ortalama başarısı da önemliydi. Nasıl bir okul değiştirme furyası olduğunu hatırlayalım. Son sınıfa gelmiş fen liseliler okul başarısı düşük liselere akın ediyorlardı. Mevcut merkezi sınavın, Türkiye’de kişi başı milli gelir iki katına çıkmadan, eğitimin içeriğiyle ilgili bir nesli kapsayacak bir reform süreci tamamlanmadan değiştirilmesi mümkün değildir. Merkezi sınav oldukça da dershane olacaktır.
Sömürü düzeni mi?
Komünist değilseniz dershanelere bir sömürü düzeni olduğunu iddia etmeniz de gülünç olur. İlkokuldan üniversiteye kadar bedava eğitim veriliyor. Adalet; herkese bedava olması değil, ihtiyaç sahibine bedava olmasıdır. Çünkü aslında hiçbir şey bedava değildir. Devletin yüklendiği her maliyet tüm vatandaşlara yüklenmiş olur. Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun olup asgari ücretin beş katı maaş ile hayata başlayacak bir kişiyi tekstil atölyesinde çalışan kızın okutması esas adaletsizliktir. Sürdürülebilir, adil bir sistem olması için imkânı olanların bu sisteme maddi katkı vermesi gerekir. 75 milyonluk ülkede 136 milyon cep telefonu varsa bırakın da biraz eğitime para ayırsınlar. Peki, geminin dümenindeki iki çok kıymetli akademisyen bu gerçekleri neden kaçırıyor? Bu sorunun cevabını benim gibi hocalarla çalışmış herkes bilir. Akademisyenler, idealler dünyasında yaşar. Öyle de olması gerekir. Ancak bakan olmak, müsteşar olmak akademisyenlik değildir. Dershaneler serbest piyasanın icat ettiği bir çözümdür. Akıbeti de serbest piyasa koşulları içinde belirlenmelidir. Ani müdahale devrimdir. Devrimler hayatın ritmine aykırıdır.
----
* Aralık 1999’dan bugüne kadar üniversite yerleşim sisteminin üniversite ayağında profesyonel olarak çalışmış bir uzman.
(Turgay Oğur / Zaman)