Kur'an, buyuruyor: "İnsanlar içinde öyleleri var ki, iman etmedikleri halde 'İnandık!' derler. Böyle demekle güya Allah'ı ve mü'minleri kandırmaktadırlar; oysa sadece kendilerini kandırmaktadırlar ama, ne yaptıklarının farkında değillerdir.
Kalplerinin tam merkezinde idraklerini körelten, karakterlerini bozan bir hastalık vardır; gayz, kin ve hasetlerine şifa bulmak için kurdukları düzenler ve komplolar sebebiyle de Allah, hastalıklarını artırmaktadır. Sürekli yalan söyledikleri, davranışları sözlerini, tavırları davranışlarını yalanladığı için hem dünyada sürekli bir korku ve endişe azabını hak etmektedirler, hem de âhirette dehşetli bir azap onları beklemektedir. Kendilerine, 'Şu memlekette, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın!' dendiğinde, 'Ne münasebet! Biz, başka değil, ancak ıslah edici insanlarız!' cevabını verirler. Ama bozguncuların ta kendileridir de, ne kendilerini tanımaktadırlar, ne de neyin ıslah, neyin bozgunculuk olduğunun farkındadırlar. Yine onlara, 'Şu halkın, insan olan insanların iman ettiği gibi gelin siz de iman edin!' dendiğinde ise, o boş kibir ve enaniyetleri kabarır da, halk çoğunluğunu küçümseme ve 'Nasihate ihtiyacımız yok!' edası içinde, 'Yani şu aklı ermezlerin inandığı gibi mi inanalım?' derler. Oysa asıl aklı ermezler kendileridir, fakat hakkı bâtıldan, imanı imansızlıktan, doğruyu eğriden, ilmi cehaletten ayırt edecek bir bilgileri olmadığından, bunu da bilmezler. Gerçekten iman etmiş olanlarla karşılaştıklarında riyakârâne bir tavırla ve çıkar kaygısıyla 'İnandık!' derler, ama gizli mahfillerde şeytanlarıyla halvet olduklarında ise, 'Emin olun, daima sizin yanınızdayız; diğerlerine söylediğimiz, alaydan, yüzlerine gülmekten ibarettir!' diye teminat verirler. Bütün tavır ve davranışları dalâleti istemekten başka bir şey olmadığı için Allah da alaylarının karşılığını vermekte, her defasında onları gülünç duruma düşürüp maskara etmekte ve bir süre daha kendi dünyalarında oyalanıp gitsinler de, haklarında mutlak adalet olan hüküm tamamlansın diye kendilerine mühlet tanımaktadır. Onlar, hidayete bedel sapkınlığı hem de satın almış kimselerdir. Bu ticaretlerinden bir fayda görmedikleri gibi, içinde yüzdükleri sapkınlıktan kurtulmaya da yol bulmaları mümkün değildir.
"Onlardan dünyalık bazı meseleler hakkında hoşa gidecek sözler sâdır olabilir. Fakat mü'minlere karşı öylesine düşmandırlar ki, hemen bir fırsatını buldukları veya bir vazife kaptıkları zaman, memleketin içini dışını hercümerç etmek ve insan hayatının dayandığı kaynakları ve nesilleri mahvetmek için ne gerekirse yaparlar. İzzet ve şeref, Allah'ın, Rasûlüllah'ın ve mü'minlerin olduğu halde onlar, izzet ve şerefi inkârcıların yanında ararlar. Devamlı havayı yoklar ve mü'minlerle ilgili her şeyi takip etmeye çalışırlar. Mü'minler hakkında daima yalan, iftira ve propaganda ile meşguldürler; yalan ve iftiranın asıl kaynaklarına kulak verir ve casuslukta bulunurlar. Üşene üşene de olsa namaz kıldıkları, hattâ cami inşa ettikleri bile olur ama, asıl maksatları, Allah'ın Kelâmı'nı ve dinini çarpıtmak, gerekirse kendi çıkarları için istismar etmektir.
"Güzel konuşmaya önem verirler; ağızlarını doldura doldura konuşurlar; ama üslûpları firaset karşısında kendilerini ele verir. Çok defa hoşa gidecek kalıp ve kıyafettedirler. Oturuş ve kalkışlarında öylesine çalımlıdırlar ki, oturduklarında aslında duvara yaslanmış ve üzerlerine güzel kumaştan elbiseler giydirilmiş kütükler gibidirler. İçleri öylesine boştur. Hainliklerini zaman zaman kendi vicdanlarına bile kabul ettiremedikleri için hep bir korku içinde yaşar ve her bir yüksek sesi aleyhlerine sanırlar. Sürekli sapkınlık içinde bâtıl davalar peşinde koşturulup durmaktadırlar. "Mü'minler hakkında beklentileri hep bir musibet de olsa, o musibet ya galibiyet veya şehidlik olarak tecelli eder. Her iki halde de kazançlı olan, mü'minlerdir. Dolayısıyla onların kötülükte birbirleriyle âdeta yarışmaları mü'minleri mahzun etmemelidir. Çünkü Allah, mü'minler aleyhinde düşmanlarına yol vermeyeceği gibi, o tipler, ateşin en derin çukurundadırlar."
Zaman gazetesi