Yasin Aktay / Yeni Şafak
Depremin bile gözünü açamadığı yağmacılar
Milletçe dünyada yaşanabilecek en büyük doğal felaketlerden birini yaşıyoruz. Acılar acılara ekleniyor, şiddeti daha da artıyor. Felaketin düştüğü Türkiye’de 10 ilimiz ve yüzlerce yerleşim yeri Suriye içindeki yine onlarca yerleşim yerinin enkaz altındaki ve üstündeki insanları acil, çok acil yardım bekliyor.
Olayın büyüklüğü ve vahameti hiç kimsenin meçhulü değil. Sadece olayı bizzat yerinde yaşayanlar için değil bütün millet acıyı kendi vücuduna saplanmış bir bıçak yarası gibi, kendi üzerine çökmüş bir enkazın ağırlığı gibi hissediyor. Tam da olması gerektiği gibi oluyor.
Depremin bütün vahametiyle, gerçekliğiyle, korkunçluğuyla girdiği hayatımızda kendisinden başka hiçbir gündem konusuna yer bırakmadı. Ama bu gerçeklik bizi asıl gerçekliğimize çekti: Her şey yalan, ölüm gerçek.
Bu dünyada biriktirdiklerimiz, başkalarından kopardıklarımız sahip olduklarımız ve bunlar üzerinden kendimizi başkalarından ayrıştıran ne varsa hepsi aradan çekildi. Bizi ayıran makamlar, mevkiler, mallar, mülkler, kimlikler, diller, özellikler, ne varsa aradan çekildi. Gelişmiş hayat konforları insanları birbirinden daha fazla ayrıştırıyor, koparıyor, birbirlerine yabancılaştırıyor. Öyle diyor sosyoloji. İnsanların hiçbir ortak özellikleri kalmıyor ve birbirlerine karşı duyarsızlaşıyor, rakipleşiyor, paylaşım kavgalarına ve gerilimlerine sokuyor. Oysa hiçbir ortak özelliği kalmayan insanların asıl ortaklığı olarak ölüm gelip kendini hatırlatıyor.
Deprem, sadece tek bir ferdin değil, kurduğumuz düzenin ölümünü, kendi ölümümüzle birlikte hepimize gösteriyor. Bizi başkalarından ayrıştıran, koparan, düşmanlaştıran birikimlerimizi bir perde gibi aradan çekip çıkarıyor ve en yalın, en saf gerçekliğimizle başbaşa bırakıyor.
O yüzdendir, ölüm karşısında insanlar birbirlerine sarılırlar, en saf en çaresiz, en yalın halleriyle. Gözleri açılmıştır, hakikatten bir nebze gösterilmiştir.
Ne güzel yazmış arkadaşımız Gökhan Özcan dünkü yazısında: “Felaketler ayrıştırmadan geliyor insanların üstüne. Herkesi kim olduğuna bakmadan aynı kefeye koyuyor, aynı dramatik cümlenin öznesi kılıyor. Aynı enkazların altında kalıyor, kurtulmayı aynı umutla bekliyoruz. Ölüm karşısında hepimiz aynı kişiyiz. Bizi ayrıştıran her şeyi dünya ekliyor üstümüze… Milyonlarca insan kendiliğinden yardım için seferber olurken başka hiçbir şey düşünmüyor, bu büyük acıyı bir nebze dindirebilmek, yaraya merhem olabilmek için elinden geleni yapıyor. Hangi enkazın altında kim var diye bakan yok, şu binanın altından gelen ses kimin sesi diye soran yok. Ama enkazların tozu dumanı ortadan kalkmaya başladığında, gündelik itiş kakışımızın tozu dumanı birbirimiz için aslında ne kadar değerli olduğumuz gerçeğini yine görünmez hale getirecek.”
Deprem esnasında benim görebildiğim tek şey insanların nasıl bir dayanışma içinde olduğu. Gökhan Özcan’ın dediği gibi meğer aslında birbirimizi ne kadar seviyor olduğumuzu görerek duygulanıyorum, duygulanıyoruz. Yediden yetmişe herkes tek yürek, tek beden olmuş. Acıyı kendi bedeninde hisseden insanlar ülkenin her yanından seferber olmuş yardım yerlerine koşmaya, yardımlarını ulaştırmaya çalışıyor. Herkes elinden ne geliyorsa.
Yardıma koşan insanların çokluğu bölgede koordinasyonda zorluklar oluşturuyor. 100 binin üstünde arama-kurtarma görevlisi veya gönüllüsü sahada büyük bir fedakarlıkla çalışıyor. Aynı anda yüzlerce noktada enkazlarda arama kurtarma çalışmaları tespit ettikleri en küçük hayat emaresinin peşine takılmış saatler süren ince, teknik ve sabırlı çalışmalarla bir hayat kurtarmaya çalışıyor. Devletin bütün kurumları, bilhassa AFAD’ıyla, Kızılay’ıyla ve bütün sivil toplum grupları sahada çalışıyor.
Kurumlar görevli, evet, ama hem bu görevliler hem de onlara katılan insanlar görev zorunluluklarının çok ötesinde bir gönüllülük ve fedakarlıkla çalışıp yüzyılın felaketine maruz kalmış insanlarımıza yardım elini uzatmaya çalışıyorlar. Felaketler sıradan toplumları bile birleştirir, kaynaştırır, dayanışmaya sevkeder, yekvücut hale getirir. Ama her toplumun bu tür felaketler karşısında birleşme kapasitesi aynı değildir. Türkiye millet olarak bu konuda hiç kuşkusuz en ileri seviyede.
Herkesin gözünün içine vuran bir kamaştırıcı ışık gibi geliyor, gözlerini kamaştırsa da uyuşukluktan kurtarıyor, açıyor deprem. Ama bu kadar büyük enerjisine, gücüne, hakikatine rağmen hala şuuruna, kalbine, zihnine uğrayamadığı insanlar olabiliyor.
Ne yazık ki, ölümün bile gözünü açmadığı insanlar malın, mülkün, sahipliğin yalan olduğu, insanların birbirlerinin yardımına koşmaktan başka birşeyi düşünmeyecekleri hakikat anında enkazlar üzerinde yağma peşinde nebbaşları görebiliyoruz. Enkaz üzerinde felaketzedelerin öldükleri veya çaresizlerin ortada kalmış mallarına tamah edebiliyorlar.
Aslında her deprem sonrası böyle vakalar da görülür. Depremin bile gözünü açamadığı bu yağmacıların bir kısmı marketlere de dadanıyor. O anda yağmaladıkları şeylere bakıyorsunuz, hayatta kullanamayacakları şeyler. Temizlik malzemesi, televizyon yağmalıyorlar.
Bu ne yazık ki insanlık adına hiçbir zaman çaresi olmayan bir düşüklük. Bütün dünyanın aynelyakin gördüğünü göremeyen, o ortamda herkesin hakkelyakin yaşadığını yaşamayabilen bu yağmacılar bambaşka bir alemden geliyorlar gibi. Bu insanlarla ölüm bile bir ortaklık oluşturamıyor.
SİYASİ YAĞMACILAR
Bunların bir de siyasi yağmacıları var. Herkesin başkalarının acısını hissederek yaşadığı, siyasetin de iktidarın da, muhalefetin de anlamını yitirerek birer perde olarak aradan çekildiğinin hissedildiği bu felaketin ortasında ortada kalmış, çaktırmadan çalınabilecek bir iktidar var mı diye gezinen siyasi yağmacılar, rating veya sosyal medyaları için beğeni yağmacıları. Enkaz üzerinde gezinip yağma toplamaya çalışanlar kadar çirkin, aşağılık bir görüntü veriyorlar.
Ümit Özdağ, Kemal Kılıçdaroğlu ve başkaları, yüzlerce noktada onca fedakarlıkla, incelikle yapılan onca çalışmayı gözardı ederek, yapılmayan yerlerden verdikleri görüntülerle “hiç bir şey yapılmıyor” yalanına bir yağma iştahıyla sarılıyorlar. Hele Özdağ’ın “enkaz altından sadece AK Partililer kurtarılıyor” yalanında nasıl bir yağma bulduğunu hayretle düşünmeden edemiyoruz. Kendi muhayyilesinde insanın nerelere kadar alçalabileceğini gösteriyor sadece söyledikleri. İnsanlık onun muhayyilesindeki kadar düşmemiştir elbet, cevaba bile değmez.
Ama enkaz üzerindeki yağmacıların hakkettikleri ve aldıklarına bolca şahit olduğumuz cezalardan daha azını hak etmediklerini düşünüyorum.