"İnsan-deprem ilişkisi"ni "insan-Kur'an ilişkisi"ne benzetebiliriz.
Özünde takva (fıtri arınmışlık ve yüksek ahlaki talep) barındıran insan, nasıl Kur'an'la hidayet buluyorsa, başka bir deyişle esasında Kur'an ancak bu ahlaki arayış evsaftaki insanı doğru yola (hidayet) yöneltiyorsa (2/Bakara, 2), deprem ve benzeri tabii afet ve olaylar da öyledir. Kur'an da, deprem de kiminin imanını artırır, kiminin inkâr ve ilhadını. Tabiat bilimleri üzerinde çalışan bilim adamları ve akademisyenler üzerinde bunu rahatlıkla müşahede edebiliriz.
Biliyoruz ki bilim adamlarının bir bölümü inançlı, bir bölümü inkârcıdır. Hakikat-i halde evren ve maddi tabiat yaratılmış kitaptır; Allah'ın ayetlerinin mecmuası, yani 'alametler' sergisidir. Varlık 'âlemi' ve maddi tabiat üzerinde araştırma yapan bilim ('ilim?') adamlarının (yani 'âlim' olması gereken zatların) inanması beklenir, ama öyle olmuyor. Demek ki insanın hidayeti, doğru yolu ve hakikat sevgisini kazanmasının yolunu başka iç dinamiklerde, gelişmiş enfüsi melekelerde aramak gerekir. Tabiat bilimlerinin bizatihi kendi gerçeklikleri dolayısıyla onları tahsil eden, araştıran ve öğreten insanları hidayete götürecekleri önermesi boş bir önermedir.
Müslüman âlimler geçen yüzyılda buna çok bel bağladılar, tabiat bilimlerini adeta tebcil ettiler ve fakat asıl bilimlerden önce önemli olanın akide, felsefe ve tefekkür çerçevesi olduğunu unutup pozitivizmin derin etkisini göremediler. Halen de bu efsunkâr teoriden kurtulabilmiş değiller. Oysa öncelikle yapılması gereken, Batı'da üretilen bilimin ruhuna sinmiş olan pozitivizmi ayıklamak olmalıydı. Bugün de Müslüman düşünürlerin çoğu, farkında olmaksızın pozitivizmin derin etkisindedir; bunun sonucudur ki kolayca eklektik düşüncelere, uygunsuz analojilere, şu veya bu düşünce ekolünden ödünç aldıkları terimleri İslam vahyinin içine yedirme kolaycılığına düşebilmektedirler.
Batı dünyası ile çıplak temasa geçildiği 19 ve 20. yüzyılda Müslüman düşünürlerin önemli bir bölümü, asıl kaygıları Batı karşısında yenik düştüğümüz askerî yenilgiye çareler ararken, Batı'nın bizi ileri teknoloji ve ekonomik zenginlikle yendiği gerçeğinden hareketle tabiat bilimlerine duyulan şiddetli ihtiyaca cevap vermekti. O günün kabulüne göre Müslüman düşünürler, tabiat bilimlerinin teknolojiyi, teknolojinin ekonomik zenginliği ve öldürücü silah potansiyelini ürettiğini görüp, bilimleri ithal etmedikçe süren yenilgiye çare bulunamayacağını düşündüler. Ancak henüz yeterince Protestan-Calvinist tez İslami tefekküre yedirilemediği için, tabiat bilimlerinin esasında "Allah'ın yaratılmış ayetlerini öğrettikleri" tezini ortaya attılar, Kur'an'ı tabiat bilimlerinin teori ve laboratuvar sonuçlarıyla tefsir etme yoluna gittiler. Varsayıma göre tabiat bilimleri öğretilecek olsa, 'iman' kurtulacak, "vahyedilmiş kitap (Kur'an)", "yaratılmış kitap (tabiat ve tabiat bilimleri)" tarafından tefsir edilip hakikat ortaya çıkacaktı.
Eğer Kur'an ve risalet, insanın iç dinamiklerinden bağımsız olarak hidayetin teminatı olsaydı, vahyi tebliğ eden Allah'ın Elçisi'ne (sas) muhatap olan herkes iman ederdi. Muhatapların bazısı Kur'an'ı bizzat Peygamber'den dinlediler, buna rağmen iman etmediler. Bilim adamları da Allah'ın ayetleri -hayatın mucizeleri- üzerinde sayısız araştırma yaparlar, yine de iman etmezler; ateizmlerine, agnostik tereddütlerine veya deist faraziyelerine devam ederler.
Depremi salt bir tabiat olayı görüp bunun ilahi herhangi bir iradeyle ilişkili olmadığını düşünenlerin durumu da öyledir.
Bugün geldiğimiz noktada, tabiat bilimlerini yüceltenlerin 'mühendis' olup toplumsal ve politik hayatı da mühendislik hesaplarıyla determine edebilecekleri vehmine kapıldıklarını gördük. Sosyal bilimlerle uğraşanlar ise entelektüel yeteneklerini kaybettiler, çünkü sosyal bilimlerin "hikmet deryası"daki derinliği bir karıştan fazla değildir, onlar da tabiat bilimcileri gibi ruhu, insanı ve toplumu açıklayabileceklerini düşünüyorlar. Asıl insana ve topluma ufuk açacak olan kelam, felsefe ve irfanla yoğrulmuş tefekkürdür ki, "hikmet"le beraber unuttuğumuz budur.
ZAMAN