Temmuz 2016’da gözaltına alınan Hanım Büşra Erdal, daha sonra tutuklanmış ve yargılandığı “FETÖ medya” davasında “örgüt üyeliği” suçlamasıyla 6 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılmıştı. Erdal’ın hapis cezası geçtiğimiz aylarda Yargıtay tarafından onanarak kesinleşti.
Erdal, 5 Ağustos 2020 tarihli mektubunda denetimli serbestliğe hak kazanmak için gerekli sürenin dolmasına rağmen cezaevi yönetiminin “örgütten ayrıldığına dair” bir beyanı olmadığı gerekçesiyle tahliye talebini reddettiğini aktardı.
Mektubun tam metnini yayımlıyoruz:
Bakırköy cezaevinde kalan son kadın gazeteci olarak, 4 yıllık hapisliğin ardından kendimi bir kez daha anlatmak adına bu mektubu yazıyorum. Yargıtay, geçtiğimiz aylarda “FETÖ üyeliği” gerekçesiyle verilen 6 yıl 3 ay hapis cezamı onadı. Denetimli serbestlik uygulamasıyla tahliye hakkımı kullanabilmem için geçmesi gereken 3 yıl 8 aylık süre dolduğu için de tahliye talebinde bulundum. Ancak Cezaevi Müdürlüğü, “Örgütten ayrıldığına dair idaremize yazılı ya da sözlü bir beyanda bulunmamıştır” diyerek talebimi reddetti.
Bu kararı görünce ilk olarak, cezaevinde devlet gözetiminde tutulduğum koğuşta Fethullah Gülen’in yeğeninin saldırısına uğramam aklıma geldi. 2018’in Ekim ayıydı. Nazlı Hanım ile birlikte kaldığımız koğuşa getirilen Fatmanur Gülen isimli bu kişi ile daha ilk başta anlaşılmazlıklar, düşünsel farklılıklarımız ortaya çıktı. Devamında bu kişi gözümü korkutmak, beni sindirmek için üstüme yürüdü, omzumdan itekledi, tacizkar tavırlar sergiledi. En sonunda ise, avluda müzik dinleyerek yürüdüğüm sırada şahsımı, bedenimi hedef alarak iki kez büyük cam bardaklardan attı. Birinde bardak, duvardan geri sekip ayak bileğime çarptı. Betona çarpan cam bardağın sesine koşan infaz koruma memurları ve Nazlı Hanım beni kurtardı. Şahıs, kameranın ve memurların gözü önünde –çünkü ilk bardak sesini duyan memurlar koğuşa koşarken, ikinci kez atmaya davrandığını pencereden görünce ‘yapma’ diye bağırmışlardı- yaptığı bu şiddet eyleminden sonra disiplin cezası verilerek koğuştan alındı. Bütün bunlar sadece 2 haftada olup bitti.
Bu olay başıma geldiği sırada Oscar Wilde’ın Reading zindanındayken arkadaşına yazdığı uzun mektubu okuyordum. Wilde orada şu tespitte bulunuyordu, altını çizmiştim; “Hayatta önemli olan şeyler göründükleri gibidirler, bu yüzden de, sana tuhaf gelse bile yorumlanmaları genellikle zordur. Oysa önemsiz şeyler, birer simgedir. Acı dersleri de onlardan alırız.” Ben, 15 Temmuz darbe girişimi gibi korkunç bir eylemin gerçekliğini, kötülüğünü, acımasızlığını görmüş, o güne kadar ‘dini cemaat’ bildiğim bu yapı ile düşüncelerimi, yolumu ayırmıştım. Ve bu kötülüğü nasıl yapabildiler? Kendilerine inanan sıradan anadolu insanını nasıl göz göre göre ateşe atabildiler? Bütün bunların üstüne nasıl hiçbir şey olmamış gibi devam edebiliyorlar? ...vs. Bu sorular ve cevapları ile kendimi onlardan en uzağa koymuşken, işte o uzaklıktayken dahi ‘Gülen’ soyadlı birinin saldırısına uğradım, aşağılandım. Bu saldırının benim için simgesel bir anlamı oldu.
Geçmişte ‘cemaat’ diye bilinen bu yapı ile ilişkim kolejinde okumak ve Zaman gazetesinde çalışmaktan öte olmadı. Özellikle 90’ların ikinci yarısında farklı yaşam tarzlarına, farklı görüşlere sahip sınıf arkadaşların, öğretmenlerin olduysa, Refah partili gurbetçi çocuklarıyla dolu, İzmir’de, İzmir’in renklerini taşıyan bir kolejde cemaati tanıdıysan ve sempati düzeyinde bir ilişkin varsa arka plandaki gizlenmiş kötülüğü göremiyorsun. Gün geliyor, sempatinin de etkisiyle aşırı, sorgusuz sualsiz bir şekilde bu yapıyı savunabiliyorsun. Benimkisi öyle oldu. Ancak 15 Temmuz ile birlikte hakikatı görebildim, düşüncelerim değişti.
Bugün hala “örgütten ayrılmadı” şeklinde bir iddiayı şahsıma hakaret olarak alıyorum. 15 Temmuz darbe girişiminin, sonrasında ortaya çıkan gerçeklerin, itirafların, organize kaçışların üstüne hala bağım devam etseydi bu en başta özbenliğime, ailemin verdiği özsaygıya, babamın ben daha çocukken kurduğu çocuk kitaplığıma, okuduğum kitaplara, sevdiğim yazar/şairlere, demokrasi bilincime, hayatımı anlamlandıran tüm değerlere ihanet olurdu. Bu inancıma, kendime ihanet olurdu.
Meslek hayatı ‘darbe karşıtlığı’ üzerinden ilerlemiş bir gazeteci olarak savunduğum, yanında durduğum bu yapının darbeci çıkması benim için şoke edici, utanç verici olmuştur. Mahkemede başım dik, onurla savunabildiğim bir meslek hayatı bırakmadılar. Geçmişte Yıldıray Oğur’un kendisi ile ilgili kullandığı “kullanışlı aptal” lafıyla dalga geçmiştim. Gün gelecek, o lafın şahsım için hafif kaldığı şeklinde bir hissiyatta olacağımı asla tahmin etmezdim. Kullanılmanın, aptallığın en acı şeklini yaşamış, görmüş oldum. Bugün ne kadarının gerçek ne kadarının gerçek dışı olduğunu bilemediğim bazı önemli yargı süreçlerinde ben habercilik yaptığımı düşünürken onlar haberlerim üzerinden birilerine kötülük yapmışlar. He ne kadar bunun bilincinde değildiysem de hakkına girdiğim insanlar olduğunu görüyorum. Ve hayatımın geri kalanında bunlarla anılmak, bu yük benim en büyük utancım olacak.
Bu ülkede bu utancı bırakarak kaçıp gittiler. Kara bir leke bırakıp kaçıp gittiler. Kandırıp kaçıp gittiler, kullanıp kaçıp gittiler. Ben ise gözaltı kararı çıktığı gün polise gidip teslim oldum. 4 yıldır hapisteyim ve 8 aydır da tek başıma bu hücrede kalıyorum. 4 yıllık bu yalnızlıktan çok şey öğrendim ben, bu sessizlikten en çoğunu…
Zaman gazetesini ben kurmadım, ben yönetmedim. Yayın politikasını, manşetlerini ben belirlemedim. Bunları yapanların hepsi dışarıda. Ben Zaman’da sadece muhabirlik/yazarlık yaptım. Hukuk fakültesi öğrencisiyken adım attığım adliyelerde geçti tüm meslek hayatım. Gazeteciliği çok sevdim. Mesleğimi yaparken de ‘cemaat’ diye bildiğim bu yapıyı masum sandım, açık açık savundum. Şimdi de tüm bu konularda yanıldığımı, hata yaptığımı açık açık söylüyorum. Artık onlarla birlikte anılmak istemiyorum.
Mahkemenin verdiği hapis cezasının infazını çoktan tamamladım. Dışarıda beni bekleyen bir ailem, 4 yıldır göremediği torununu ölmeden önce son kez görebilmek için dua eden 89 yaşında hasta bir babaannem var…
Bakırköy cezaevinin tel örgülerle çevrili avlusunda sabaha kadar ışıklar yanıyor. Perdesiz pencerelerle aydınlıkta uyumaya alıştım. Öyle çok sivrisinek var ki ona alışamadım. Bir saksı top fesleğen olsaydı, işte onun yerini hiçbir şey tutmuyor, bu Ağustos vakti…
Beyanım budur...