Referandum süreci nihayet bitiyor.
Kamuoyu yoklamalarına bakılırsa, referandumun sonucunu seçimi boykot edip sandığa gitmeyecek olan Kürtler belirleyecek.
“Evet” ve “hayır” oyları arasında ciddi bir fark yok çünkü.
BDP seçimlerde aldığı oy oranını firesiz boykota yöneltebilirse Kürtler, Türkiye’de değişim sürecini durduran bir dinamik olarak tarihe geçeceklerdir.
Otuz sancılı yılın bizi getirdiği nokta böylesine ironik ve hazin gerçekten.
12 Eylül’ün kurduğu sistemden en fazla zarar görmüş, Diyarbakır cezaevini yaşamış, sokaklarda, caddelerde kafasına kurşun sıkılmış, sığındığı metropol varoşlarında onursuzca yaşamaya mahkûm edilmiş bir halk, Türkiye’nin üçüncü Tanzimat’ın şafağını yaşadığı bir dönemde, kullanacağı veya kullanmayacağı oylarla tarihe geçecek.
BDP’nin aldığı boykot kararını tartışmaya niyetim yok. Bu gerekli de değil zaten, tartışacak ne kaldı ki?
Kimse alınmasın, ama olup biten şu bence:
İttihatçılık Türk toplumunda tasfiye oluyorken, Kürtler maalesef İttihatçılığa açık bir toplum haline geliyor.
Referandumda “evet” diyeceğini açıklayan Kürt aydınları, Kürt sivil toplum örgütleri, ‘hain’, ‘tırşıkçı’ ‘Kürtlüğünden şüphe edilmesi gereken kimseler’, ‘psikolojik savaş unsuru’ olarak gösteriliyor.
Şiddetin gölgesinde ve belirleyiciliğinde yaşayan bir toplumda bunun ne anlama geldiğini tahmin etmek zor değil.
Böyle giderse, Kürt toplumunun konuşamayan bir toplum haline gelmesi kaçınılmazdır. Susan, söylenenleri itirazsız kabul eden, ruhsuz, kimliksiz bir toplum modeli..
İttihatçılığın yeniden ve bu sefer Kürt toplumunda doğmasına tanıklık etmek gibi bir kadersizliğe mahkûm olabileceğimizi doğrusu hayal bile edemezdim.
Kürt oyları Türkiye’nin demokratik ilerleyişini durdurabilir.
Fakat dipten gelen bir sağduyu dalgasıyla bu demokratik ilerleyişin belli bir safhaya taşınmasına hizmet de edebilir.
Her halükârda Kürtler vazgeçilmez oluyor yani.
Kürt siyaseti referandum için boykot kararı alırken, gündemine demokratik özerkliği aldı.
Bir yazı yazdım, demokratik özerkliği “yanlış zamanda haklı bir talep” olarak gördüğümü ifade ettim. Sanırım bu yazı, bu konuda yürütülen tartışmalara da önemli bir katkı oldu.
Mustafa Karasu, bu fikirleri görünürde eleştiren ama daha çok, Kürtlere ve kendisine inananlara benim hakkımda sanki birtakım tavsiyelerde bulunan bir yazı yazdı.
Karasu elinde silahla, demokratik özerkliğin pazarlık konusu edileceği masaya oturabileceğine inanabilir. Buna hiçbir itirazım yok benim.
Buna inanmanın faturasını Kürtler fazlasıyla ödedi, daha da ödemek istiyorlarsa beni dinleyecek halleri yok zaten.
Savaşmak isteyeni durduramaz kimse..
Aynı şekilde, 20 eylülden sonra demokratik özerkliğin hayata geçirilmesi konusunda devlet ve hükümet tarafından bir muhataplık gerçekleşmezse, PKK savaşa devam kararı da alabilir.
Buna üzülürüm, bu karar beni hiç sevindirmez, insanlar ölmesin isterim çünkü.
Sonra değil demokratik özerklik, on tane Kürdistan bile, bana göre bir Kürt gencinin hayatından daha kıymetli değildir.
Bir de şuna inanıyorum; kimse artık bu talepleri savaşarak, AB üyesi olmak isteyen 70 milyonluk bir ülkeye kabul ettiremez.
PKK ve başka Kürt partileri demokratik kanalları kullanarak, Kürtler için hangi siyasi statüyü talep edeceklerse bunun için çalışabilirler. PKK’nin ise bu kanalları kullanmaya gücü fazlasıyla yeter.
Karasu’ya göre böyle düşünmek, özel savaş merkezlerine hizmet etmekten farksız.
Ergenekon operasyonları başladığında, Fırat’ın doğusundaki Ergenekon’u soran, hatırlatan yazılar yazdım. Mustafa Karasu, buna epey öfkelendi ve bir yazı yazdı. Haksız suçlamalar sözkonusuydu, cevap verdim ben de.
Bu tutumunu Taraf’a ve Ahmet Altan’a karşı da sürdürdü Karasu.
Heronlarla ilgili tuhaflıklara, mecburmuş gibi, Genelkurmay’dan önce cevaplar döşedi.
Amacım onunla tartışmak filan değil. Yazısını okuyan her aklıselim sahibi insan bunun pek mümkün olmadığını görür zaten.
Ama susmak da, onun bana yakıştırdığı birtakım sıfatları kabul etmek anlamına gelir ki, bunu yapmayacağım.
Karasu, onun gibi düşünmeyen herkese kolayca hakaret edebiliyor.
Ona göre, ‘demokratik özerklik ancak normalleşme koşullarında konuşulabilir’ demek bile, Kürtlere karşı geliştirilen özel psikolojik harbe hizmet eder.
O zaman susalım, herkes sussun ve sadece Karasu konuşsun. İstediği bu mudur?
Bir toplumu yeni ve farklı bir modelle yönetmeyi talep eden bir hareketin mensubu, bir yazıya bile tahammül edemeyecekse, bizler kime ne anlatacağız?
“Demokratik özerklik” Sayın Selahattin Demirtaş’ın Devrim Sevimay’a tarif ettiği gibi, “Herkesin sesini özgürce duyurabildiği, herkesin gücü oranında aktivitelerini sürdürebildiği bir yönetim biçimi” midir (Devrim Sevimay –Milliyet) yoksa Mustafa Karasu’nun kimin nasıl konuşacağına ve kimin nerede nasıl oturacağına karar vereceği bir sistem midir?
Bunu tartışmak gerekmiyor mu?
Tartışmadan nasıl karar vereceğiz buna?
Karasu bırakın siyasi meseleleri bir yana, Diyarbakır cezaevi hakkında konuşmamıza, yazıp çizmemize bile tahammülsüz. Bu aralar bu cezaevini yazıp duruyor muşum!.
Oysa buna bile hakkımız yokmuş!
Neden acaba?
5 Eylül ve 24 Ocak direnişini o cezaevinde ve aynı hücrelerde yaşamadık mı?
İhanet mi ettim bu belleğe, layık mı olmadım, anılarımı mı sattım?
Fırsat oldukça, Türk medyasında Diyarbakır cezaevini anlatmakla, iki kitap ve sayısız makale yazmakla kabahat mi işledim?
Herkese söyleyecek bir sözü olduğuna inanıyor Karasu.
Diyarbakır Baro Başkanı’nı, Başbakan’ın yanında oturduğu için eleştiriyor, sivil toplumu birtakım çıkarların peşinde koşmakla suçluyor.
Mustafa Karasu’nun bu yazıları bence PKK’ye de zarar veriyor.
Çünkü Karasu kalemini her nedense, uzun zamandır, yeminli PKK karşıtlarına karşı değil, cezalar ve tehditler almak pahasına, PKK’nin ve onu destekleyen Kürtlerin birçok bakımdan haklı olduğunu savunmaya devam eden Kürt dostlarına ve Kürt aydınlarına karşı kullanıyor.
Karasu’nun, eskisi gibi düşünme çabasını terk etmesi ve bu çabanın yol açtığı zararların yeni bir muhasebesini yapması gerekir.
12 Eylül referandumunda kullanılacak her “evet” oyunun bu muhasebeye çok katkı sağlayacağından hiç kuşkum yok benim.
TARAF